İstanbul’un Fethinin Sıradışı Anlatımı

İstanbul’un fethini ders kitaplarında hep detaysız şekilde öğrendik peki gerçekten neler yaşandı merak ediyor musunuz? İki tarafın gözüyle İstanbul’un fethini anlatacağım sizlere.

donanmamızın yanında orduda yaklaşık 80 bin düzenli savaşçı, 20 bin civarı düzensiz birlikler, birkaç on bin de savaşçı olmayan destek birlikleri, aşçılar, hizmetçiler, vs. düzenli birliklerin içinde yeniçerilerin ağırlığı 12 bin kadar, hepsi hristiyan olarak doğmuş ve tabii ki en fanatik olanlar da onlar. asıl kozumuzsa asker sayısından ziyade toplar.

şimdi öğretmen kılığına girmiş hangi gerizekalıydı hatırlamıyorum ama bu zat fatihin dünyanın ilk topunu bu kuşatmada kullandığını, hatta dizaynını kendi yaptığını filan anlatmıştı bizlere. top dediğin alengirli boru zaten avrupada 100 senedir filan kullanılıyormuş ama pek etkili değil, kuvvetli olanlar çok ağır olduklarından gemilere de monte edilemiyorlar zaten. istanbulun surlarını aşacak etkili toplar yapmak için urban denen macar mühendisi tutuyoruz. bu adam aslında 1452’de istanbula bizans imparatoru için çalışmaya gelmiş ama para ve iş olmadığı için kaderin bir cilvesi olarak bize geliyor. sultan mehmet de ona razı olacağının, yani imparatorun veremediğinin, 4 katını vererek ne kadar kurnaz bir tüccar olduğunu kanıtlıyor. adamı denemek için çok büyük bir top yaptırıyor, memnun kalınca şimdi bunun iki katını yap bakalım diyerek dünyanın en hayvanı topunu sipariş ediyor. edirne’de deniyorlar 1 millik menzili olan topu, denemeden önce de halka haber veriyorlar korkmayın gürültüden diye. birkaç yüz kişilik bir birlik bu topun bakımına ve taşınmasına atanıyor.

şehri savunan kuvvetler ise 5 bin yunanlı ve 2 bin de yabancı. hemen kuşatma öncesinde yapılan resmi bir sayımdan alınmış rakamlar, yalnız imparator bu rakamları duyunca halkın morali bozulmasın diye açıklamaktan vazgeçiyor. kuşatma başlayınca yukarda belirttiğim kuvvetlerimizi yunanlılar 300 bin, cenevizliler 150 bin civarında hesaplamışlar, o yüzden imparatoru kararından dolayı tebrik ederim.

bombardıman avrupa tarafından başlıyor (kuşatma bitene kadar da hiç durmuyor). aslında başka taraf da yok zaten de hani belki boğazın karşısından da atıyorlar mı diyenler olabilir. büyük top günde sadece 7 kez ateş edebiliyor ve şehir halkı duvarları gece gündüz onardığından hemen bir sonuç alınamıyor. bu arada bombardımandan önce birkaç tutukluyu surlardan görünecek şekilde kazığa oturtmuşuz, savunmacıların morali bozulsun diye. bunu da hiç anlamam, önümde biri kazığa oturtulursa teslim olacağım varsa da olmam ulan. hani “türkler tutuklulara surların önünde ziyafet verdi; tatlılar her mahkuma, boğaz manzaralı arazi tapuları üstünde servis edildi” filan denilse anlayacağım.

bombardımandan sonraki ilk hücumda 200 türk ölüyor, yunanlılara göre onlarda kayıp yok. bu bizim ilk gidenlerin doğru düzgün zırhı yok, savunmacılar ise hazırlıklı. sonra haliç’e gerilmiş zincir zorlanıyor gemiler tarafından, ondan da sonuç alınamıyor. bu arada papalığın parasını ödediği, erzak ve cephane dolu üç büyük ceneviz ve bir yunan gemisi istanbula ulaşıyor; kuşatmanın en kritik dakikaları bunlar çünkü fatih bu gemilerin batırılması ya da geri döndürülmesi için kesin talimat vermiş. sonuçta şehirdeki surlar sayesinde adam kıtlığı pek önemli değil de yemek kıtlığı çok ciddi, bizim de bunu kullanmamız lazım. ne kadar gemi varsa bu üç geminin etrafını sarmışlar, onları haliçe sokmamaya çalışıyorlar, fatih de maç izler gibi atının üstünde kıyıdan izliyor ve çok heyecanlı olduğundan sağa sola taktikler veriyor. ama denizcilikten anlamadığı ve verdiği emirler anlamsız olduğu için bizim kumandan onu duymamış gibi yapıyormuş. fatih o kadar gaza geliyormuş ki sık sık atını suya sürüp duruyormuş gemilere gidecekmiş gibi. gençlik işte.

bizim amiral göt korkusuyla çok cesurca ve manyakça savaşmış ama ceneviz gemileri daha yüksek olduklarından tepeden fırlattıkları şeyler bizim gemileri kolayca batırıyormuş. tabii adamlar doğma büyüme denizci olduklarından, hem gemileri hem de mürettabatları daha iyi. fakat bizim gemiler battıkça yerine yenisi geliyor ve saatler süren savaş sonunda cenevizliler yorulmaya başlıyorlar. bir noktada osmanlı gemilerinin sıkıştırmasıyla, 4 gemi de yan yana gelip yapışarak büyük bir yüzen kale oluşturuyorlar. bütün şehir halkı kaderlerini belirleyecek bu mücadeleyi surlardan izliyor ve tam umutsuzluğa düşmüşlerken, günün sonunda kuvvetli bir rüzgar çıkıveriyor ve ceneviz gemilerinin çevrelerini sarmış ufak osmanlı gemilerini iterek kurtulmalarını ve haliçe girmelerini sağlıyor.

yunanlılar öyle gaza geliyorlar ki çarpışmada 10 bin müslümanın öldüğünü, kendilerinin ise hiç kayıp vermediklerini açıklıyorlar. daha aklıbaşında bir tahmin ise 100’e karşı 23 kayıp. fatih ise (aslında daha fatih matih değil tabii, bildiğin mehmet, ikincisi hem de) sinirden ve disiplinin korunması için “tiz vurun şu amiralin kellesini” diyor ama amiralin subaylarının ifadeleri sonucu adamın hayatı kurtuluyor. zaten gözünden yaralanmış, gazi olmuş. bunun üstüne adamın her türlü unvanı, ayrıcalığı ve varlığı elinden alınıyor ve hayatının geri kalanını bilinmeyen bir yerde fakir fukara olarak geçiriyor. bu da çok fantastik geliyor bana, sen kalk zamanının sembolik de olsa en önemli şehrinin kuşatmasında, bir asır sonra süpergüç olacak bir askeri kuvvete komuta et, ertesi gün bir hiçkimse ol, öldün mü kaldın mı kimsenin haberi olmasın. vefa o aralar istanbulda bir semt adı bile değil.

Fatih Sultan Mehmet’in gemileri karadan yürütmesi hadisesine geliyoruz

bazıları bunun gerçekleşmediğini, gemileri oracıkta yapıp haliç’e indirdiğimizi söylüyorlar. zaten burada gemi dediğin de ufacık şeyler, hatırlayalım. fakat yabancı kaynakların dahi çoğunda karadan yürütmeden bahsediliyor bildiğim kadarıyla. elbette bize şişirile şişirile anlatıldığı gibi değil. ilkin bu fatihin orjinal fikri falan değil, çok uzun zamandır denizci ulusların yaptığı birşey. hatta çok yakın bir zamanda venedikliler lombardiya diyarlarında savaşırlarken, donanmalarını karadan yürütmüşler; yani bir ihtimalle bir italyanın tavsiyesiyle girişilmiştir. yelkenleri filan da açmış bizimkiler, artık rüzgarla daha kolay gitsin diye mi, dalga geçmek için mi bilemem.

tabii bu iş yunanlıların moralini bozuyor ama yine bize anlatıldığı gibi kuşatma dengesini bir anda altüst etmiyor. hatta bu gemiler biraz zayıf durumdalar ve yunanlılar bunu değerlendirmek için geceleyin gizli bir saldırı yapmayı planlıyorlar. karanlıkta araya sızacak birkaç gemiyle ateşe verecekler donanmayı. fakat plan bir gün gecikince cenevizlilerin kulağına gidiyor, onları da bu işe ortak etmek gerekiyor. fakat onların bir gemi hazırlaması birkaç gün daha sürüyor ve sultanın peradaki casuslarından biri olayı öğreniyor. türkler cinlik yapmak için haberleri yokmuş gibi davranıyorlar ve gemiler donanmaya doğru yollandığında peradan birileri bir fener ışığı çakıyor (ampulle tabii, neon hem de) gemiler tam yaklaşmışken karadan bizim toplar ateşe başlıyorlar. gün ağarana kadar çarpışma sürüyor ve yunanlılar bir şekilde geri çekilmeyi başarıyorlar ama arada bir gemi batıyor ve 40 kadar denizci yüzerek karaya çıkıyor. tabii çıkmasalar daha iyi olurmuş çünkü bizimkiler hava iyice aydınlanana kadar bekliyorlar sonra da surlardan görünecek şekilde hepsini öldürüyorlar. yunanlılar da zaten saldırılarının ise yaramamasına da dellenmişler, 260 tutuklunun kafasını kesiyorlar surların üstünde.

kuşatma sürdükçe şehirdeki yemek sıkıntısı had safhaya çıktığından, papa ile venediklilerin söz vermiş oldukları kuvvetli filoyu iyice merak etmeye başlıyor yunanlılar ve hızlı ufak bir gemi yolluyorlar filoyu bulmak için. imparator bu gemiden haber beklerken, sultan iyice sabırsızlanmış, tüneller kazdırıyor, ahşap kuleler yaptırıyor surlara dayamak için, saldırılar düzenliyor. bu iki kara saldırısı da püskürtülüyor ama daha kötüsü, tünel savaşları esnasında (yunanlılar da karşıdan tünel kazıp, bizimkilerle çakıştırınca ya içeri şu basıyorlar ya da yıkıyorlar) bir osmanlı tüneli basılıp, kıdemli bir asker rehin alınıyor. eleman da işkence sırasında tek tek tüm tünellerin yerini anlatıyor ve ertesi gün hepsi yok ediliyor. hatta büyükçe bir tanesinin girişi, fatih’in yaptırttığı o ahşap kulelerin tekinin altında çıkıyor. o kuleler de yıkılıyor.

fakat yunanlıların bu ufak tünel zaferini elde ettikleri günün akşamı, gönderdikleri hızlı gemi civar adalardan dönüyor; ortada filo yok yardım yok, tek başlarınalar. bu geminin mürettabına da ayrıca saygı duymak lazım. herifler adalarda demirlemiş, düzgün rüzgar bekleyen veya oyalanan bir filo görmeyince, yani artık istanbulun düşmesinin an meselesi olduğunu farkedince, basıp italyaya kaçabilirlerdi. anlatılana göre içlerinden sadece birisi bunu önermiş ve istanbula dönüş yolculuğunda can sıkıntısını geçirmek için mürettabatın geri kalanı mütemadiyen adamı dövmüş. zaten bunlar elleri boş dönünce herkes çökmüş ama imparator mürettabatı bizzat tebrik etmiş döndükleri için.

imparatora gelince, konstantinin de şehirden kaçma imkanı var bu şekilde bir gemiyle. zaten millet artık felaket tellallığını azıtmış, omenlere, bulutların şekline filan bakıp “yarın olmadı öbür gün biteriz” gibi yorumlarda bulunmaya başlamışlar. meğer bu eski kehanetlerde istanbulun ve imparatorluğun düşüşü anlatılıyormuş ve herkes o anın geldiğini düşünmeye başlamış. dolayısıyla imparatorun yanındakiler, onun kaçarak avrupada destek bulup şehre geri saldırmasını, olmazsa yönetimini sürgünde devam ettirmesini filan söyleyip duruyorlar. muhtemelen kendi got korkularındandır. ama imparator, giderse şehrin savunmasının zayıflayacağını ve moralin çökeceğini düşünerek halkını yalnız bırakmıyor.

osmanlı cephesinde de sabırsızlık had safhada. mayısın sonunda kuşatma 7. haftasına girmiş, ardı ardına gelen yenilgiler milleti şüpheye düşürmüş. sultan mehmet de tüm prestiji kaybetme ve isyan tehlikesine karşın, çekilmeyi göze alamıyor. savaşa karşı olan halil paşa sesini tekrar yükseltse de sultan’ın diğer danışmanları son bir genel saldırıdan yanalar ve mehmetin de duymak istediği zaten bu. yunanlılar da durumu anlıyorlar ve saldırıdan önceki günler şehirde durmadan kilise çanları çalıyor, törenler yapılıyor, latin ve yunan herkes birbirine veda edip, bir nevi haklarını helal ediyorlar. osmanlı kampı ise son gün sessizlik içinde…

29 mayıs günü daha geceyken sanırım, bizimkiler genel saldırıyı başlatıyorlar ve gemilerden savunmacıları her yönde oyalamak için saldırılar yapılıp, merdivenler dayatılırken, surların bombardımanla en fazla zayıflatılmış bölgesine asıl hücum gerçekleştiriliyor ve önce başıbozukları yolluyorlar. bunlar bildiğin serseri, it kopuk. içlerinde yunan bile varmış. başıbozuklar ganimet aşkıyla saldırdıklarından ilk şokları genelde çok etkili oluyor ama disiplinsiz olduklarından, savunma kaçmaz da savaşmaya devam ederse bunlar dağılıyorlar. bunu bilerek mehmet, arkalarından askeri polis görevinde bir takım özel birlikler yolluyor, kaçanları kessinler diye. savunmacılar daha iyi silahlanmış olduklarından bunları yeniyorlar. ikinci dalga, anadolu türklerinden oluşuyor. bunlar başıbozuklardan daha kuvvetliler ve neredeyse surların zayıf noktalarını yarıyorlar ama yunanlılar bunları da püskürtüyor.

savunmacılar iyice yıpratılınca sultan en değerli birliklerini, yani yeniçerileri yolluyor. diğerleri gibi koşarak hebele hübele diye gelmiyor bunlar, sakin sakin ve kusursuz bir düzen içinde ilerliyorlar. saatlerce kılıç sallayıp yorulduktan sonra böyle 10 bin kişinin üstüme doğru geldiğini görsem altıma ederdim korkudan. şimdi düşününce bile bir iki damla kaçırdım donuma. neyse bunlar savaşa başlıyorlar, ölen arkadaşlarının üstüne tırmanıp devam ediyorlar, böyle de manyakça bir sahne var. savunmacılar neredeyse insanüstü bir gayretle bu yeniçerilere de bir müddet dayanıyorlar ama o sırada kerkoporta denen bir kapının, muhtemelen önceki günlerdeki bir akının ardından doğru düzgün kapatılmadığı fark ediliyor ve oraya çullanılıyor. topu topu 50 kadar yeniçeri girebiliyor içeri, savunmacılar da oraya kayıyorlar ama bu sırada yunanlılar için daha büyük bir felaket oluyor: giustiniani –kariyerini kuşatma savunması üstüne yapmış cenevizli kumandan- patlayan bir topun şarapneliyle göğsünden yaralanıyor. savaşın ortasında bulunan ve durumu gören imparatorun ısrarlarına rağmen, surlarda kalmak yerine adamlarına kendini bir gemiye götürmelerini emrediyor. savaşın bu kritik anında, çekilen güruhu gören diğer cenevizliler de artık savaşın kaybedildiğini düşünüp komutanlarıyla birlikte çekilmeye başlıyorlar. osmanlı kumandanları hareketlenmeyi fark ediyorlar ve birlikleri zayıflayan bölgelere yönlendiriyorlar.

söylenilene göre ulubatlı hasan savunmayı aşan ilk adam ama öldürülüyor. adını bilmemizin nedeni ise, istanbula ilk giren askere, söylenilene göre, cennette özel bir yer vaadedilmiş olması. milletin büyük bir gazla cesetlerin üstüne tırmanıp ölüme gitmesinin nedeni bu zaten.

kalan yunanlılar için artık savaşı kazanmanın imkânı kalmıyor, savunma bir kere delindi mi sayı üstünlüğü sayesinde yeniçeriler akın akın içeri doluşuyorlar. imparator da artık her şeyin kaybedildiğini idrak ediyor ve gerçekten çok acıklı bir şekilde, yanındaki asillerle beraber atından iniyor, imparatorluk insigniasını ve zırhını çıkararak herhangi bir askerden farksız bir halde kılıcını çekip gelen kalabalığın üstüne atılıyor. onu bir daha gören olmuyor.

kuşatmadan sonra tabii adamın sonu hakkında binbir hikaye ortaya çıkmış, birkaç kesik kafa imparatorun kafası diye sunulmuş ama birşey belli değil. daha sonra oluşturulan bir arama timi, birçok ceset arasında, imparatorluğun simgesi olan çiftbaşlı kartal armalı bir çoraba sahip başsız bir ceset buluyor ve kesinlik kazanmasa da bu ceset gömülmek üzere yunanlılara teslim ediliyor. (denilene göre yıllar önce vefa semtinde isimsiz bir mezar bulunmuş ve adamın mezarı olduğu iddia edilmiş, haberi olan var mı yahu).

bu arada inanılmaz ama istanbul’un içinde sultan mehmete karşı savaşan türkler de var, başlarında da prens orhan. yakalanınca başlarına neler geleceğini bildiklerinden en ölümüne savaşanlar da bunlar. onların hemen yanında da katalanlar var, eski imparatorluk sarayının hemen alt tarafında; onlar da teslim olmuyorlar ama ardarda gelen binlerce askere karşı koyamıyorlar. sadece bir iki kuleye kendilerini hapsetmiş olan giritliler sağlam kalıyorlar ve bunlar bizimkilere öyle kök söktürüyorlar ki, en sonunda silahları ve eşyalarıyla birlikte istanbuldan sağsalim çıkma izni karşılığında teslim oluyorlar, bizimkiler de sözlerinde durup bu cesur adamları salıveriyorlar.

sivillere ve kalan askerlere gelince, direniş kırıldıktan sonra beklenmeyecek kadar fazlası gemilere binip kaçabiliyorlar çünkü kuşatmanın başında, dikkat dağıtmak için surlara saldıran gemiciler, ordunun içeri girmesiyle ganimetin kalmayacağını düşünerek gemilerini bırakıp şehre giriyor. halbuki biraz sabredip gemilere saldırsalar, kaçanların tüm eşyalarını ganimet, kendilerini de köle olarak alabilirlerdi.

istanbulun yağması biraz acayip. normalde düşman teslim olmadığı zaman 3 günlük bir yağma izni veriliyor, teslim olursa dokunulmuyorlar. istanbul sonuçta teslim olmamış ama şehrin birçok girişi ve farklı bölümleri var. 1 milyonluk şehir bir iki asırda 50 bine, kuşatmadan sonra da allah bilir kaç bine düşünce bu bölümlerin arasında boşluklar oluşmuş ve her biri ayrı bir mini şehir olmuş. yani eğer ayrı bir “semt” işgalcilere kolaylık göstermişse, bunun haberi sultana gider, o da beraberinde özel polislerini yollayarak o kısmı korumaya alabilir. bazı yerlerdeki kiliselere ve evlere dokunulmaması, diğer bölgelerde ise yağmadan bırak 3 günü, ilk günün sonunda bile bir şey kalmaması böyle açıklanabilirmiş.

dolayısıyla o kilise yağmalamalar, rahibeleri çıkarıp tecavüz etmeler filan belli bölgelerde ve ilk saatlerde yaşanmış, ondan sonra yağmalanacak yerler iyice belli olmuş, milleti gazi durulmuş, fatihin adamları yerlerini almış ve yaklaşık 4000 cesetten sonra sivil öldürme bitmiş. hayrına değil tabii, yağma yapılacak yerdeki her sivil köle sayılıyor, köle de para demek. bazı yerlerde yağmalanan evlerin kapısına işaret konulmuş, bu ev boşaltıldı çoktan şansınıza küsün demek için.

fakat işin daha ilginç yanı, askerlerin azıttığı bölgelerde bile dokunulmamış bazı yapılar var. şehrin ikinci büyük kilisesi bunlardan biri. bunun tek açıklaması, fatih’in, önceden kurtarmak istediği bazı yapıları seçip, ilk anda oraya adamlarını göndermiş olması. örneğin ayasofyayı cami yapacağına karar vermişse ve şehri ele geçirdikten sonra yunanlıları tümden katletmek veya kovmak yerine onların desteğini ve ticari bağlantılarını kullanmak istiyorsa, yapacağı ilk şeyin ikinci büyük kiliseyi onlara saklamak olması doğal. o da binayı korumakla yetinmemiş, içerdeki hazineye de dokundurtmamış. [istanbul’un hristiyanlarına fatihin tanıdığı ayrıcalıklar ve verdiği kiliseler, sonraki sultanlar tarafından yavaş yavaş geri alınmaya çalışılıyor. mesela sultan selim hristiyanların zorla islamı kabul etmeleri gerektiğini ortaya atmış, vezir tarafından sakinleştirilince bu sefer kiliselerinin alınmasını düşünmüş. psikoposluk da 3 tane 100’üne merdiven dayamış eski yeniçeri bulup yeminli ifade verdirtmiş mehmet’in politikaları hakkında ve sultan selim bunu kabul etmiş]

fatih ilk günün sonunda yağmayı durdurduğunda kimse şikayet etmeye lüzum görmüyor. şehre akşama doğru girmeyi tercih ediyor, yani düzen sağlandıktan ve ortalık temizlendikten sonra. sonuçta istanbulun adına yakışır bir şekilde, film gibi bir şekilde şehre girmesi lazım, bunun sonuna kadar bilincinde. ayasofyaya giriyor ve hasarları görünce sinirlenip, yağmanın binaları kapsamadığını söylüyor. burada samimi mi, yani bunun kendi emrine rağmen pratikte mümkün olacağını sanmış mı yoksa sadece önemli binaları mı kastetmiş bilmem, çok önemli de değil, tıpkı şehirde dolaşırken gözlerinin sulanıp, “ne biçim bir şehri yağmaya ve yıkıma verdik” diyerek iç geçirmesi anektodu gibi. ayasofya’da saklanan birkaç rahibin güvenliğini garanti ederek dışarı çıkmalarına izin veriyor, ertesi gün de bütün ganimetin paylaşım için toplanmasını emrediyor. tabii bütün derken askerlerin çaktırmadan aşırdıkları dışında. bu ganimetten kendi payını ve taktik nedenlerden ötürü yağmaya katılmalarına izin verilmeyen birliklerinin payını alıyor.

bütün asillerin bulunmasını ve güvenliklerinin sağlanarak serbest bırakılmalarını emrediyor (bazı güzel asil kız ve erkek çocuklar hariç) fakat ilk günlerdeki bu muhtemelen taktiksel olan tolerans kısa sürüyor, fetihten 5 gün sonra bir düzine yunan asil idam ediliyor. italyan ve katalan asiller ise direkt öldürülüyorlar.

tahmin edeceğiniz gibi kuşatmaya hep karşı çıkmış olan halil paşa daha sonraları görevinden alınıyor ve ağustosta idam ediliyor. mehmet zaten ona eskiden beri gıcıktı, babasının ilk emekliliği sırasında murat’ın geri dönmesini en çok savunanlardan biri olduğu için. artık eski saygınlığını da yitirdiğinden, “bizans için çalışıyordu” suçlamasıyla intikam almak kolay olmuştur.

istanbulun alınmasıyla macarlarla yapılan balkan savaşlarında iyice üstünlük sağlanıyor, bu arada savaş alanına dönen sırbistan perişan oluyor tabii. rusya ise zaten bu kiliselerin birleşmesi kararına karşıydı ve bizans düşünce ortodoksluğun gerçek merkezi olduklarını iddia ettiler. halbuki fatih de ünvanları arasına rum kayserini, yani roman caesar’ı eklemiş, kendini bu kültürün devamı olarak görmüş. ama tabii muscovy krallığı o aralar bize uzak ve önemsiz olduğundan fatih onları pek sallamıyor.

fetihten kaçan bizans alimlerinin italyaya yerleşip rönesansa neden oldukları anlayışı ise her önemli olaydan kendine pay çıkarma hastalığının bir belirtisi olsa gerek çünkü zaten fetihten önceki yüzyılı yunanlı alimler ve sanatçılar italyaya yerleşerek geçiriyorlar. buna ek olarak rönesansı bizanslılara maletmek de ayrıca yanlış.

neyse, sultan mehmet megadux’un öldürülmesinden sonra biraz acele biçimde bir patriarch seçiyor ve bu yunan milletinin başı oluyor, onlar için bir de “anayasa” hazırlanıyor. kısa sürede fatihin istediği şekilde şehir canlanıyor; müslümanlara ek olarak trabzondan 5000 rum ailesi getiriliyor ve nüfus 100 sene içinde 500 bine dayanıyor. ama tabii hiçbir zaman bizansın zirvesindeki gibi bir etkinliğe sahip olamıyor istanbul, kendi eski seviyesine ulaşsa bile avrupa karanlık çağdan çoktan çıkmıştı.