Bu Ülkenin Gördüğü En Sıradışı Yönetici: Efsane Vali Recep Yazıcıoğlu

Bu ülkede “memur zihniyeti” diye bir kavram var. Durup dururken peydah olmadı herhalde bu tespit. Artık bu memur denilen kitle işini nasıl “yapmamışsa”, işi sürekli erteleyen, etliye sütlüye karışmayan, her .oka tamam diyen, o an uygun olduğu halde kendisine getirilen işi geri çeviren çok daha kalabalık bir kitleyi temsil eden bir kavram haline gelmiş.
İşte bu zihniyeti alaşağı edecek adamlar da yaşadı bu ülkede, çok da sevildiler aslında. Ama bu ülkenin, dürüst yöneticinin değerini bilen insanları tarafından sevildiler, menfaat ve “peki efendim” bekleyen rögar kapakları tarafından değil (kim olduklarını iyi biliyorsunuz).
16 yıl önce göçtü gitti bu güzel insanlardan birisi. Çok da uzun olmayan görev süresinde, pek çok imza attı insanlara onu hatırlatan. Sadece taşa toprağa atmadı bu imzayı, davranışlar ve tavrıyla akıllara, zihinlere, kalplere de attı. Onu gören, görmeyen ama bir şekilde tanıyan hiç kimse unutmadı Yazıcıoğlu Recep’i. Biz de dahil… Bu liste de o unutamamışlığın eseri zaten.

Bu ülkenin tanıyıp tanıyabileceği en sıradışı bürokrat 2 Haziran 1948’de Trabzon’un Sürmene ilçesinin Köprübaşı Köyü’nde dünyaya gelir. Müftü olan babası Mustafa ve annesi Fatma, içinde bulundukları aydan dolayı Recep adını verirler oğullarına.Baba Mustafa Yazıcıoğlu’nun tayini Muğla Milas’a çıkınca, evin oğlu Recep için de hayat başlar artık. Odun keser, çayırları biçer, 10 km ötedeki değirmende mısır öğütür. Bir süre sonra baba, ailesini de Milas’a aldırır. Recep, annesi ve kardeşleriyle birlikte Milas’a gider ama geride sevdiği kızı Meryem’i bırakarak…Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanır, okumaya gider. Bu arada Meryem’e de mektup yollamayı ihmal etmez. Sınavlardan vakit bulup memlekete gidemeyince, kardeşine bir yüzük verir ve onu memlekete yollar. Ayrı şehirlerde olsalar da nişanlanır Recep-Meryem çifti.Bir süre sonra bir mektup alır Meryem’in babasından (Recep’in de dayısı olur zaten Meryem’in babası). Mektupta, “Birisi kıza aşık oldu, peşini bırakmıyor. Kızı kaçıracak diye evden dışarı çıkamıyorum.” yazmaktadır. Bunu okuyunca soluğu Trabzon’da alır Recep. Apar topra nikah yaparlar ve Recep Meryem’i ailesinin yanına getirir. Artık, Ankara-Muğla arası mekik dokuma günleri başlar Recep için.

Hukuk fakültesini bitirdikten sonra 1968’de Aydın’a maiyet memuru (yani kaymakam vekili) olarak atanır. Buradaki görevi süresince, hayatı boyunca dile getireceği bir şeyi öğrenir: Devlet işleyişindeki kronik bürokrasi sorunu. Yani halka tepeden bakmak, girişimcinin işini çıkmaza sürmek, kolayca çözülebilecek sorunu “bugün git, yarın gel” diyerek ha bire ertelemek… Daha o günlerden, bu sistemin değişmesi gerektiğini dile getirmeye başlar.Yeterli bir süre kaymakam vekilliği yaptıktan sonra Ankara’ya kaymakamlık kursuna çağrılır. Kursu tamamlar ve ilk olarak Rize Kalkandere’de (eski adı Kanlıdere) görev yapmaya başlar. İlk sınavını da burada verir Yazıcıoğlu Recep. Vakti zamanında bir yol açılmış ama Kalkandere halkı geçit vermeyince yol yarım kalmıştır. Kaymakam Recep, bir iş makinesi eşliğinde bölgeye gider ve iş makinesini mısır tarlasına sokar. O gün, sesleri duyup toplanan halkın “Arazimiz gasp ediliyor” çığlıklarına rağmen o yol açılır. Görev yaptığı her yerde sert çıkışlarıyla dikkat çeker kayamakam Recep. Sertliğinin yanında onu diğer bürokratlardan farklı kılan bir özelliği daha vardır: Daima halkın içinde olması.Bu çıkışları ve bürokrasi karşısındaki farklı tavrı, politikacılarla arasının hep bozuk olmasına yol açar. Sürekli tayini çıkar Yazıcıoğlu’nun. Ama, onun deyimiyle, “hiçbir zaman el etek öpmez, her zaman başı dik, alnı ak olur”. Adana – Bahçe, Ağrı – Hamur, Çanakkale – Ayvacık, Hatay – Kırıkhan, Çorum – Alaca ve Bolu – Akçakoca’da kaymaklık yapar. Alaca’daki kaymaklık sürecinde odasının kapısına “Kapıyı vurmadan girebilirsiniz” şeklinde bir yazı astırır. Duruma alışık olmayan halk, sonradan anlar kaymakamın asıl niyetini.Henüz 30’lu yaşlarında olan Yazıcıoğlu, ilçelerde yaptıklarıyla hükümetin de dikkatini çeker. Hasan Celal Güzel, Turgut Özal’ın talimatıyla çalışmalarını izlemeye gider. Döndüğünde de bunları büyük bir heyecanla Özal’a anlatır. Turgut Özal da Recep Yazıcıoğlu’nun adını valiler kararnamesine aldırır, ancak Kenan Evren yaşından dolayı buna itiraz eder. Başbakanla cumhurbaşkanı arasında “Yazıcıoğlu krizi” çıkar. Özal baskın gelir ve Recep Yazıcıoğlu 36 yaşında, Türkiye’nin en genç valisi olarak Tokat’a atanır.

Vali olarak atandığı ilk yerdeki ilk işi eğitim alanında olur. Ahır benzeri yerlerde eğitim gören çocuklar için halkı seferber eder. Kısa sürede 3 – 4 bin derslik yapılır. Yapılan bu dersliklerde Yazıcıoğlu da işçi gibi çalışır. Bu tarza, üsluba alışık olmayanlar ilk zamanlar itiraz ederler, ama sonra onlar bile takdir etmeye başlar Yazıcıoğlu’nu. Tokat, onun sayesinde en güzel yıllarını yaşar. Bu emekleri, ona, “yılın bürokratı” ünvanını kazandırır.Birçok farklı şekilde nitelendirilir vali: Sıradışı, efsane, süper vali ve IV. (yazıyla Dördüncü) Murat. IV. Murat lakabının sebebi ise, resmi dairelerde belli saat ve yerlerde sigara, çay ve kahve içmeyi yasaklaması, kahvehanelerde kağıt ve okey oynanmasına izin vermemesidir. içkiye de müdahale eder vali. İçkili mekanlarda kişi başı bir küçük rakı ya da üç şişeden fazla bira içilemeyeceğini duyurur. Kendince haklı bir sebebi de vardır. Bu sebep, makamına kadar gelip, eşlerinin içip içip kendilerini dövdüğünü söyleyen kadınlardır. O yüzden IV. Murat lakabı pek de hoşuna gitmez valinin.Vali olarak ikinci görev yeri Aydın olur Yazıcıoğlu’nun. Aydın halkı elbette böyle bir adama alışık değildir. Kendi isteklerini ve tayin taleplerini yerine getirmeyen kişiler, valiyi Ankara’ya şikayet ederler. Şikayetler sonucunda Yazıcıoğlu Erzincan’a atanır. Bu atamayı duyunca vali, kendisine “Tokat’ta yaptıklarını Aydın’da yapamazsın, orada üstsüzler var” sözlerini sarf eden Turgut Özal’a telefon ederek, “Üstsüzlere karşı bir hata mı yaptık da defterimizi dürdünüz?” diye sorar.

Erzincan’a gider gitmez ilçeleri ve köyleri teker teker gezer, ihtiyaçları belirler. Fakat umulmadık bir olay olur. 13 Mart 1992’de meydana gelen deprem tüm planları alt üst eder. Yıkık dökük binalar ve cesetler kahreder valiyi. Günlerce valilik binasında sabahlar, yemeği de bisküvi ve çaydır. Devlet “büyükleri”nin yaptığı “sabırlı olun, yaralar sarılacaktır” açıklamalarına aldırmaz, hiçbir şeyin sarılmayacağını bilir. Yine, o hep içinde olduğu halkla birlikte koyar elini taşın altına. Erzincan’ı sekiz ayda ayağa kaldırır. Henüz atandığı bu şehirdeki ilk sınavını da alnının akıyla verir. Sürgün edildiği Erzincan’da geçirdiği bu süreç, onu, peşinden koşulan adam haline getirir. Tarih 5 Temmuz 1993 olduğunda vali, aldığı haberle bir kez daha yıkılır. Bu sefer onu yıkan, camide kadın, erkek, çocuk, yaşlı demeden öldürülen insanlardır. Katliam PKK izleri taşımaktadır ve duvarda da “Bu Sivas’ın misillemesidir. Devam edecek.” yazmaktadır. (Abdullah Öcalan yargılandığı sıralarda olayın PKK ile ilgisi olmadığını, kendisinin de böyle bir şeyi tasvip etmediğini söyledi. Katliamla ilgili 20 kişi yakalandı, mahkeme ifadeleri, işkence altında alındığına kanaat getirerek kabul etmedi, 18 kişi serbest bırakıldı. Ayhan Çarkın da olayı örgütün gerçekleştirmediğini, katliamın Ergenekon zihniyetnin ürünü olduğunu söyledi 2011’de.) Hedef olarak Başbağlar’ın seçilmesinin sebebi, şehirle olan ulaşımının köprü yokluğundan dolayı kısıtlı olmasıdır. Keban Barajı’nın yapılmasıyla birlikte nehir köprüyü yutmuş ve ulaşımı fazlasıyla sınırlandırmıştı. Bu katliamla birlikte vali hayatının projesine girişir: Köprü.İşe girişmesiyle birlikte geceli gündüzlü göl kenarı günleri başlar valinin. Hem vali, hem de şantiye şefidir artık. Dudakları çatlamış bir şekilde eve gitmeye başlar, ama köprü bittiğindeki mutluluğu görülmeye değerdir. Devletin ta 1970’li yıllarda vaad ettiği, fakat yapmak için kılını kıpırdatmadığı köprü, 1997’de Recep Yazıcıoğlu’nun çabalarıyla biter. Tam 22 köyün çeyrek asırlık eziyeti sona erer. Bu köprü sayesinde köylerin şehirle bağlantısı kurulur. Devletin 1 trilyon maliyet çıkardığı köprü, 300 milyara tamamlanır.

Devletin olmaz dediği birçok işi olduruverir vali. Emniyet müdürlerinin vali olarak atanmasına karşı çıkar. Bunu da, demeçlerinden birinde “polisten vali olmaz” sözleriyle dile getirir. Benzeri sert çıkışları Ankara’daki beyni örümcek ağıyla kaplı zat-ı muhteremleri kızdırır. Bir gece telefonu çalar. Telefondaki ses “Sayın valim merkeze alınmışsınız.” der. Tepkisi kısa ve özdür: “Biz zaten valiliği bitirdik. Hayırlı olsun.” Soğukkanlı olmaya çalışsa da üzüntüsü yüzüne vurur valinin, çünkü hazmedemez durumu. Ankara’da kaldığı süre boyunca siyasi teklifler de gelir Recep Yazıcıoğlu’na, ama o, bu pisliğe bulaşmamayı tercih eder. Çocukluk arkadaşı Adnan Kahveci’nin teklifini bile geri çevirir. Üç buçuk yıllık Ankara macerasından sonra Denizli’ye atanır. Heyecanlıdır, çünkü yine aktif olacak, yine proje üretecektir. Bir süredir yaşadığı sağlık sorunundan dolayı Ankara’ya gidip muayene olmaya niyetlenir. Kişisel işleri için makam arabası kullanmaz hiçbir zaman. Bu işinde de öyle yapar. Özel arabasını hazırlatır yanındakilere. Ziraat Odası Başkanı Haldun Tellioğlu Ankara’ya birlikte gitmeyi teklif eder. Tellioğlu’nun çaycısının kullandığı araç Ankara’ya yakın bir yerde aşırı hızdan dolayı takla atar. Tellioğlu olay yerinde hayatını kaybeder, Yazıcıoğlu ise kaldırıldığı İbni Sina Hastanesi’nde beş gün yoğun bakımda kalır. Ama maalesef 8 Eylül 2003’te dünyaya ve sevdiklerine veda eder 55 yıllık yorgun bedeni.

İnsanına “gavat” diyebilen Hüseyin Avni Coş gibilerin bile valilik yaptığı ülkede, Recep Yazıcıoğlu’nu özel ve önemli kılan neydi? Devletin kendisine sağladığı imkanları, kişisel işlerinde hiçbir zaman kullanmamasıydı öncelikle. Tebdil-i kıyafet denetimlere çıkıp kaçak göçek işlere göz yummamasıydı. İbadetinden hiçbir zaman geri kalmayıp, ortalık yerde ibadet etmeyi kendine zül saymasıydı. Resmi giyinmektense rahat giyinmeyi tercih etmesi, korumasız gezmesiydi. Birilerini kırdığında ya da kırmak zorunda kaldığında, çocuk gibi üzülmesiydi. Parayla pulla işi olmamasıydı. Ve en önemlisi de, görev yaptığı hiçbir yerde hiç kimseye ayrıcalık tanımamasıydı. Zaten birtakım kişiler tarafından da tam olarak bu yüzden sevilmedi, “defteri dürüldü”.