Askerlik görevimi Kosova’da yaptım. Ekim ayının başlarında askeriyenin mutfağından sürekli eşyalar çalındığını fark ettik. Hiçbir şekilde yiyecek, içecek eksilmiyor sadece kazanlar ve kepçeler çalınıyordu. Ulan kim ne yapıyor bunları diye düşünmeye başladık. Askerliğini yapan bilir, koca kazanı askeriyeye elini kolunu sallayarak girip alıp çıkamazsın. Askerler çaldı desek alıp götüne sokacak halleri yok diye düşündük. Sonra mutfakta nöbet tutulmasına karar verildi. İlk 3 gece bir şey olmadı. Sonunda 4. gece yani 17 Ekim gecesi 3-5 arası nöbete beni yazdılar. Sabaha karşı 3 amk. Ortalık ayazdan kırılıyor. Kosova burası her yer dağ taş derken mutfağa girdim, sinirle oturdum masalardan birine. Köşede kafayı da duvara yasladım, ha uyudum ha uyuyacağım. Bari iyice soteye gireyim de komutan gelirse beni uyurken görmeden ben toparlanırım dedim. Soğuktan uyunmuyor amına koyduğumun yerinde. Tencereler, kazanlar, kepçeleri sayıyorum can sıkıntısından derken dizime ufak çakıl taşı fırlattı birisi.

Bölüm 1

Etrafta kimse yok, arkamda ve sağımda duvar var, önüm zaten mutfağın içine bakıyor. Bir tek giriş sol tarafımda var orada da kimse yok derken bu sefer ikinci bir taş geldi omzuma. Dedim piçin birisi beni taciz ediyor. Mutfak askeriyenin içinde, dışarıdan siviller taş atamaz, kimsenin de içeri sızıp bana taş atmaya götü yemez. Dedim kesin bizim koğuştakiler taşşağa sarıyor derken, kafama bir taş daha geldi. O ara silaha sarıldım. Dışarı çıkıp kontrol edeyim dedim ama nöbet yerini de terk edemiyorum. Kafamda senaryolar kuruyorum. Kesin ben dışarı çıkınca mutafa girip kazanları çalacaklar diye. Komutan götümü siker yeminle. Önce içeride biri var mı diye kolaçan ettim ışıkları yakıp. Sonra dışarı çıkmadan nöbetteki askerlere bağırdım giriş kapısından. Askerin esas nöbet yeri bizim yukarımızda kalıyordu. O oradan her şeyi görüyor diye bağır bağıra sorayım dedim ama piç nöbet yerinde uyuya kalmış. Duymuyor beni. Etrafta kimse yok, sürekli taş atıyor birileri ama kim atıyor göremiyorum. Duvarın arkasına saklandım, taş gelmesin diye. İçeri biri girse silahla ensesini yaracağım orospu çocuğunun. Durmadan caydırıcı ateş gibi sürekli kapılara pencerelere taş fırlatıyorlar. Sinirden uyarı ateşi açacağım ama Kosova’dayız NATO birliği dibimizde komutan özellikle emretti bir uyarı ateşi açsam günlerce onun hesabını veririm. Komutan götümden kan alır diye götümde yemiyor ateş açmaya ama taşların ardı arkası kesilmedi. En son bir tencere kapağını siper edip dışarı çıkayım dedim. O kadar sinirliyim ki bulsam yatırıp sikeceğim orospu çocuğunu diye içimden geçiriyorum.

Taşlardan birini aldım elime. Önce etrafı kolaçan edip sonra nöbetçiye yaklaşıp taş atıp piçi uyandıracaktım. O arada mutfağa koşup hırsızları kıstıracağım diye plan yaptım. Önce tencere kapağını aldım. Kapak zaten bir metre eninde neredeyse zırh gibi kalkmıyor yerinden. Elime de bir taş aldım fırlatabileceğim kadar. Benim dışarı adımımı atmamla taş kesildi. Dedim korktu kaçtı piçler. Yemekhanenin ışıklarını açık bırakıp, nöbetçinin yerine koştum. Arada 50 metre yok. Çakılı fırlattım uyansın diye. Uyanmadı. Bağırıyorum duymuyor. Ortalığa da sis çökmeye başladı. Saat zaten 4.30 a geliyordu. Yani 30 dakika sonra nöbet devri var zaten taşı atanlarda korktu kaçtı diye düşünüp mutfağa döndüm. Işığını açık bıraktığım yemekhanenin ışıkları kapalıydı. önce nöbeti devredeceğim asker gelip ışıkları söndürdü galiba diye düşündüm. Şimdi beni yerimde bulamayıp komutana bilgi verir, nöbet yerini terkten ceza alırız diye tırsıp mutfağa koştum. Bu sefer mutfaktan sesler geliyordu. Ortalığa 5 dakikada öyle pis bir sis çöktü ki, yemekhanenin kapısını göremiyorum. İçeriden sesler geliyor. Heh dedim şimdi kıstırdım hırsızı deyip kapının hemen ağzında geldim. 30 cm önümü göremeyecek vaziyetteyim, içeri dalıp ışıkları yakacağım. Sonra büyük ihtimal silahı görünce teslim olur diye düşündüm. En kötü saldırmaya kalkarsa uyarı ateşi ederim sorarlarsa zorunda kaldım derim diye düşündüm. İçeri dalıp ışıkları yakmak için şarteli kaldırmamla şartellerin atması bir oldu. İçerde gürültü var, biri tencerelerle kazanları birbirine vuruyor, yemekhanede resmen kulak patlatacak gürültü var. Bir koğuş asker götünü yırtsa o kadar ses çıkmaz. Bu sefer karanlıkta tencerelerin oradan biri taş atmaya başladı.

Yemekhaneye koşacağız diye siperlik aldığım tencere kapağını da uyuklayan nöbetçinin orada bırakmıştım. İçeriden öle bir taş geliyor ki suratıma, ileri adım atamıyorum. Hemen geri çıktım kapı ağzına silahı içeri doğrultum, vurma emrim var teslim olmazsan ateş açarım diye bağırdım. O an ki adrenalin öyle lanet bir şey ki, bir türlü dikkatimi toparlayamıyorum. Ulan ya NATO askerleri piçlik yapıyorsa herifler Türkçede bilmiyor şimdi bir tanesini vurup başımıza bela almayalım diye düşünüyorum. Kazanların olduğu yerle kapı arasında o kadar mesafe varken piç öyle bir taş atıyor ki silaha çarpıyor taşlar. Dedim en azından nöbet değişimine 10 dakika kaldı. 10 dakika daha mutfakta tutarsam iki kişi bunun amına koyarız dedim. Ben bağırıyorum teslim ol diye, o taş atıyor. Yemekhanede kıyamet kopuyor, 50 metre ötedeki nöbetçi uyuyor amk. Dedim yarın seni şikayet etmeyenin götünü siksinler. Bir ara ses kesildi. Pencereler yerden iki metre ve insan geçecek kadar geniş değil. Tek çıkış yolu benim tuttuğum kapı. Dedim taşı bitti Herhalde. İçeri daldığım anda bir şey ile burun buruna geldim. Daha doğrusu bir şey ile çarpışacak gibi oldum. O an silah patladı ani hareketle. Yüzünü göremiyordum öyle bir şey hayatımda görmedim. Hala anlatırken sesim ve ellerim titrer saçmalarsam kusura bakmayın.

Ben resmen göğüs kısmına bile gelemiyordum yan yanayken. Yüzüne bakamadım içerisi puslu göz gözü görmüyor. Silah patladığında anca acayip bir ses duydum. Geri doğru kaçtı o devasa şey o ara. Tam şoktayım, içeri nöbeti devralacak arkadaş girdi, şarteli kaldırması ile ışık yandı, ışık yandığında ikinci bir kere şok oldum. Ortalık savaştan çıkmış gibi darma dağın, duvarlarda kırmızı ve siyah yazılmış acayip şekiller ve farsça yazılar… Yerler çakıl tanesi, tencereler kullanılmaz hale gelecek gibi yamulmuş. Sanki içeride fırtına kopmuş, bir tabur asker kavga etmiş gibiydi. Az önce yanmayan ışıkların şimdi yanması ayrı bir olaydı. Silah sesini duyunca komutan hemen koştu. Sonradan söylediklerine göre benim o an şuurum kapanmış, rengi atmış. Revire almışlar kaskatı kesilmişim saatlerce. Birlikten Hataylı bir arkadaşı çağırdık. Önce yazıları Arapça sandık. Arapça bildiği için, ilk önce onu çağırdık ama okuyamadığını, Farsçaya benzediğini söyleyerek birlik dışından tanıdığı bir çevirmeni çağırdı. Bu arada kendime geldiğimde komutana olanları anlattım. Önce psikoloğa yolladılar. O ara Farsça bilen çocuk gelmiş. Duvarda sadece bir kelimeyi okuyabildiğini söyledi. Diğerlerini okuyamıyormuş. okuyabildiği tek kelime ise “ÇAĞIR” demekmiş.

İsterseniz Priştine’de Türk bir hocam var çağırayım o okur dedi. Neyse yemekhaneye dokunmadık komutanın emriyle. Birkaç gün sonra hoca geldi, ne yaptılar ettilerse hocayı kapıdan sokamadık dediler. Ben buraya girmem demiş yazıları okuduktan sonra. Kim sebep verdiyse çağırın gelsin demiş. Komutan odasına çağırdı, hoca bir koltukta oturuyordu. Geç evladım karşıma dedi geçtim oturdum. Komutandan rica etti yalnız kalmayı ben o ara tırstım, ceza alacağım diye bekliyorum. Nöbet yerimi terk ettim diye. Kafamı toparlayamıyorum, olan bitene bir anlam vermeye çalışıyorum. Neyse komutan çıkınca hoca başladı konuşmaya sen ne yaptın dedi, neden çıkmasına izin vermedin dedi. Benim o an jeton düştü zaten. Ben birini mi öldürdüm dedim. Hayır ama musallat aldın dedi. Komutanından rica ettim Kosova’yı terk edeceksin dedi. İznin gelene kadar bende kalacaksın dedi. Komutan hepsine izin vermiş. Sonradan öğrendim, ben revirde olduğum sürece iki kere askeriyede yangın çıkmış geceleri. Nöbet tutanlara taş atılıyormuş sürekli. Hoca beni aradıklarını söylemiş benimle gelsin, yoksa başınıza dert olur demiş. Komutanda siktir etmiş. Neyse hoca gece olmadan seni eve götürelim Davut ile tanıştıracağım dedi. Sana görünürler artık, Davut’u tanıman gerekli dedi. Komutanı çağırdı, komutan beni siktir etmeye dünden razıymış zaten. Neyse apar topar çıktık. Gittik hocaya. Saat 7 gibi hava iyice karardı. Akşam ezanı falan okundu. Bana şortunun üzerine pantolon giy. Davut gelir şimdi dedi, toparlan dedi. Cünüpsen abdest al çık dedi. Üzerimi giyip toparlandım. Ne olur ne olmaz diye boy abdestini aldım. O ara kapı çaldı. Hocanın anlattığına göre hırsız bir cini kendime musallat etmişim. Ama ben Davut’u normal insan sanıyordum. Onun da cin olduğunu kapıdan girer girmez anladım. çok uzundu, üzerinde koyun derisinden yapılmış bir parka vardı. Ölü hayvan gibi kokuyordu ama vücudunun tamamı kaplı olduğu için neye benzediğini göremedim. Gözlerinin orası karartıdan ibaretti. Hocanın söylediğine göre Davut Müslüman bir cinmiş. Hoca ile zaman zaman yan yana gelip sohbet yaparlarmış. Sen Davut’la konuşmayacaksın dedi, zaten Farsçamı ne olduğunu bilmediğim bir dil konuşuyorlardı. Hayatım da hiç bu kadar korkmamıştım.

Bölüm 2

Hoca olanları Davut’a anlatacağım diyerek saatlerce konuştu. Tartıştılar sonunda hoca bana dönüp anlatmaya başladı. Beni arıyorlarmış. Aralarından birini yaralamışım. Müslüman değilmiş, yakalayıp öldürecekler diyordu. Hoca bana Davut sen Kosova’dan kaçana kadar burada bekleyecek dedi. Davutların kabilesi ile düşmanlarmış zaten, aralarında husumet varmış. İnsanlara musallat olmayı seven cinlerdenmiş. O ara komutandan telefon geldi hocaya 4 gün sonra Türkiye’ye dönebilecekmişim. 4 gün çıkmadan Davut ile burada kalacaksın dedi. O ara Davut içeri girip namaz kılmaya başladı. Yaşadıklarıma inanamıyordum. Hayatımda hiç bu kadar aklımı kaçırmaya ramak kaldığını hatırlamıyorum. Davut namaz kılmak için içeri odaya geçtiğinde hocayla kısaca konuştuk. Bu kısımları atlayacağım çünkü hayal meyal hatırlıyorum. Şoktaydım. Bir cinle aynı evi paylaşıyordum. Bu arada bu hikayemi anlattıklarım hep neye benzediğini sorar. Ayakları kalın ve sanki komple nasırla kaplıydı. Parmakları biçimsizdi ve üç tane parmağı vardı ayağında. Tırnakları yoktu. Üzerindekiler yüzünden mi yoksa kendi özelliğimi bilmiyorum ama ölü hayvan gibi kokuyordu. Ellerini ve yüzünü asla görmedim. Hoca sakın Davut ile konuşmaya kalkma dedi, belli adap ve usulleri varmış yoksa musallat olur dost iken düşman kazanırsın dedi. Normalde Davut perşembeyi cumaya bağlayan geceleri hocanın yanına gelip sabaha kadar okurlar ve sohbet ederlermiş. Yer yer hocadan erzak alır hoca ya da gaipten bilgi verip gidermiş. Hoca hiç evlenmemiş, Davut ise evliymiş. Nerede nasıl yaşadığını asla anlatmazmış ama düşmanı çokmuş.

Bir süre sonra hoca namaza kalkınca bende camdan dışarı bakmaya başladım. Zaten ne olduysa o ara olmaya başladı… Beni normal olarak gece boyu uyku tutmadı, ne olduğunu ne ile karşı karşıya olduğumu anlamaya çalışıyordum. Neden bunlar başıma geldi diye düşünüyordum. Sanki rüya görüyordum, gerçek dışı onca şey oluyordu ki, karabasanlı bir rüya gibiydi. Böyle camdan boş Kosova dağlarına bakarken bir anda içeriden sanki boğazına bıçağı sapladığınızda kurbanlık öküzden bir son nefes çıkar ya, işte öle bir hırıltı ve bağırtı duyuyor gibiydim, bir anda hoca bağıra bağıra dua okumaya başladı. O an Davut’tan az önce bahsettiğim hırıltı geliyordu. Elim ayağım boşaldı korkudan. Artık akıl sağlığımı oynatmak üzereyken hoca geldiler diye bağırdı, beni geri çekip perdeyi örttü. Mutfağa koşup ekmek aldı, sonra bir bakır tasa su koyup ekmekleri içine atıp Davut’a verdi. Davut’tan tarif edilemeyecek bir hırıltı çıkıyordu. Sanki o kadar sinirlenmişti ki tam bağıracakken biri onu gırtlaklıyor gibiydi. Davut ekmekleri alıp üzerlerine Farsça bir şeyler söyleye söyleye dışarı çıktı. Hocam ne oluyor diye bir açıklama yapsın diye yalvarırken, hoca bana “Abdestli misin?” diye sordu. Sonra elime bir dua verdi ve bunu devamlı oku dedi.

Boynuma muska tarzı bir şey taktı. Hoca hemen içeri az önce namaza durdukları odaya koşup, beni divana oturttu, başparmağı ile alnıma bastırıp bir şeyler okumaya başladı. Hayatımda ilk defa korkudan ağladığımı hatırlıyorum. Namaza durulan oda da pencere yoktu. Bizim az önce bulunduğumuz odanın penceresi bir taş ile kırıldı. Biri uzaktan taş atıp camı kırmıştı. Ben korkudan hocanın bana verdiklerini bile okuyamıyordum. Nutkum tutuldu konuşmayı bile beceremez hale geldim. Hoca bizim oturduğumuz odanın önüne Davut’a verdiği bakır tasta ıslattığı ekmeklerden koydu. Birileri hayvanlar gibi kapıya vurmaya başladı, o an resmen içeri taş yağdırmaya başladılar, ne var ne yoksa içeride ki her şeyi parçalamaya çalışıyorlardı sanki. Hocam diyebildim sadece. Bana sus dedi. Ne oluyor hocam kurban olayım neler oluyor böyle diye yalvarmaya başlamıştım. Hoca bana seni almaya geldiler dedi. O an Davut içeri girdi. Bizim odaya geldi. Hoca ile kavga eder gibi konuşuyorlardı. Davut’u evin etrafına ekmek bırakırken görmüşler. Okunmuş ıslak ekmeğe yanaşamıyorlarmış. Davut içeri gelemesinler diye ekmek koyarken görmüşler. Beni öldürecekler demiş hocaya. Normalde Müslüman olmayan cinler ile Müslüman olanlar arasında zaten bir husumet varmış. Birde insan ile iletişime geçip yardım ediyor ise yakıyorlarmış evini. Dönersem beni yakalayıp yakacaklar demiş hocaya. Ya beni verecekler ya da Davut’u yakacaklar. Ben o an olanları kavrayamıyordum. Olaylar sona erince anlatıldı hepsi. O konuşmaların ardından Davut tekrar çıktı dışarı. Biz köyün dışındaydık, hoca Davut gelebilsin diye derme çatma ev yapmıştı. İnsanların yoğun olduğu yere gelemiyor diye köy dışına yapmış evini.

Hocaya askeri arayalım dedim. Kimsenin gücü yetmez bunlara dedi. O ara çığlıklar duyulmaya başladı. Hayatımda hiç bu kadar kasvetli çığlıklar duymamıştım. Davut köye koşup bir koç kaçırmış, sonra bunu parçalayarak kanını üzerine dökmüş. Müslüman olmayan cinler koç kanından nefret ederlermiş, yaklaşamazlarmış. Davut bunu üzerine sürüp Müslüman olmayan beni almaya gelenler ile kavgaya tutuşmuş. Çığlıklar öyle laneti öyle kasvetli ve rahatsız ediciydi ki, hocanın ağladığını gördüm. O an işte tamamen kendimden geçtim. Tek güvencem bana destek veren gücün ne kadar korktuğunu hissediyordum. O lanet çığlıkları dakikalarca duyduktan sonra, sabah ezanı saati gelince hoca cama koşup ezan okumaya başladı. O an çığlıklar bıçak gibi kesildi. Birkaç dakika sonra Davut geldi. Sabah ağarana kadar hocayla tartışır gibi konuştular. Davut bu gece gelip burayı yakacaklar, geri dönersem beni de öldürecekler demiş. Birkaç saat önce 3 cin gelmişler ama akşam yüzlercesi gelir dedi. Burayı gerekirse tüm köyü yakacaklar dedi. Sabaha kadar hoca okumaya devam etti. Hocayla dışarı çıktılar ekmekleri toplamak için. Hocanın dediğine göre ekmekleri toplayıp uzağa gömmek gerekirmiş. Cinler ekmeğin olduğu yeri ev sanıp oraya giderlermiş. Hava ağarınca hep birlikte dışarı çıkıp kıvırcık tarlasının bittiği yere ekmekleri gömdük. Hoca evde bir muska yazmıştı bunu da buraya gömdü. Bu arada ben hala askeriyede iştimalarda var gözüküyordum. Komutan o kadar korkmuş ki, beni birlikte gösteriyormuş. Yani burada ölsem cesedimi bulamazlardı. Hocam şimdi ne olacak diye sordum. Eve dönemeyiz dedi. Davut yüzünden şehre de inemiyorduk. Sultan tepesine çıkıp bir mağarada saklanalım diye düşündük. Yardım istemek için Türk birliklerinin bulunduğu askeri alana gittik, amacımız bir araba alıp Sırbistan’a geçmekti.

Özellikle Sırp askerlerinin yaptığı bir kıyım vardı Kosova’da. Hâlâ tacizlerini sürdürürler Kosovalılara. NATO askerleri olmasa tüyü bitmemiş yetimin hakkını bile gasp ederler. Ama hocanın bir tanıdığı varmış. Sırbistan ile Kosova Priştine sınırlarına yakın yerlerde bu tür olayların çok sık olduğunu sonradan anladım. Hocanın bahsettiği yakını, karısı lohusa dönemindeyken bir al karısı yakalamış zamanında. Karısına musallatken yakalamış. O da derin bir hoca diyorlardı hep hakkında. Sırbistan da Rus’u, Sırp’ı, Makedon’u hep bu hocaya koşarmış derdi olduğunda. O yardım eder anca dedi. Askeriyeye gidip araç bulmaya karar verdik. Önce Davut’u sultan tepesinde gizledik. Sonra askeriyeye döndük. Komutandan araç tahsis etmek zor olmadı. O benden daha çok korkmuş haldeydi. Sırbistan’a gidip gelene kadar uçuşa yetişmem imkânsızdı. Burada kalsam gece katledilecektim. Uçuşu iptal etmekten başka şansım yoktu. Devletin askeriydim. Kafama göre araba ile ülkeyi terk etsem kaçak gözükeceğim. Elim kolum bağlı bir şekilde Sırbistan’a kaçmaktan başka bir çarem olmadı. Aklımdaki sayısız sorudan sonra Davut’u almak için sultan tepesine gittik. Davut’un arabaya sığması imkânsızdı. Zaten gündüz olduğu için biz geceden ne kadar korkuyorsak o da gündüzden o kadar korkuyordu. Sığındığı yerden çıkamadı. Hoca ile konuştular, o gece gelir yolunu bulur dedi.

Bölüm 3

Biz yola koyulduk ama Davutsuz da tamamen savunmasızdık ama asıl sorun Sırbistan sınırından içeri sızabilmekti. Her yer Türkiye sınırı gibi yol geçen hanı değil. Hele Kosova – Sırbistan sınırı NATO tarafından korunuyordu. Araç ile bir yere kadar gidecektik sonra, hocanın tanıdığı bizi alacaktı. Askeriyede hoca tanıdığını aramış durumu anlatmış. Yalvar yakar kabul etmiş yardım etmeyi. Gittiğimizde al karısı yanındaydı, hayatımda ki üst üste en büyük diğer bir şoku yaşadım. Aslında ben onun al karısı olduğunu sonradan öğrendim. İlk başta hocanın karısı sanmıştım. Yolda öğrendim al karısı olduğunu. Üstü başı pasaklıydı. Saçları kıpkırmızı normal insan gibiydi ama dişleri yoktu. Sonradan anladık dişlerini söktüklerinin. Al karısı geceleri insanları rahatsız ediyormuş. Tırnaklarını kemiriyormuş yeni doğmuş bebeklerin. Birde kaşık çalma huyu varmış. Sakinleştirmek için kaşık veriyorlarmış buna. Neyse al karısını hep yanında gezdiriyormuş. Al karısı elini neye sürse bereketi artar ve beladan korurmuş. O yüzden bu tip durumlarda yanından ayırmazmış. Birde cinlerin bazıları al karısına yaklaşmazmış. Onu da arabada hoca konuşurken öğrendik. Yani Davut gelse de aralarında sorun çıkacaktı. Neyse kazasız belasız Sırbistan’a kaçabildik. Hocanın türbeye çevrilmiş evine girdik. Akşam 9 gibi hocanın evine vardık. Evi iki katlıydı, sağda solda boynuzlar, duvarlar dışkı ile sıvanmış içeride ağır bir koku vardı. Önce al karısını zincirle bağladı odasına. Resmen bir hayvanmış gibi muamele yapıyordu. Evin tam ortasında tandır gibi bir şey vardı. İçindeki alevi hala yanıyordu. Isınmak için etrafına dolandık. Çok geçmeden hoca konuyu anlattı yine. Bu sefer Türkçe konuşulduğu için çok iyi anlamıştım olayın asıl boyutlarını.

Hoca öncelikle tasvir istedi. Cinden cine değişir dedi ama biz görmemiştik önceki gece gelenleri, Davut çıkmıştı dışarı, biz hocaya Davut’un geleceğini söyleyince al karısı huysuzlandı. Hoca getirmeyin buraya dedi. İçeri giremez dedi, dışarıda bir kulübe gibi bir şey vardı odunları yığdığı. Gelirse oraya geçsin dedi. Sonra hoca bana olayı anlattırdı. Bende anlattım. O an içinde bulunduğum durumda bana kolunu kes dese kesecek vaziyetteydim. Ne sorduysa söyledim. Hoca duvar yazılarını ve geçen geceki olayı duyunca zaten ifrit cin işi bu dedi. Anlattığına göre cin soylarının en tehlikelisiymiş. Hastalık ve ölüm verebilirlermiş. İnsanları en çok rahatsız eden musallat olan cinlermiş. Peygamber miraca çıkarken toplanıp peygamberi de yakmak istemişler. En lanetli cinlere bulaşmışsın sen dedi bana. İfrit cinler insanlar ile anlaşmaya yanaşmaz dedi. Kabilelerini öğrenip konuşup anlaşmak lazım yoksa sana rahat vermezler dedi ama bu da imkânsız dedi.

Eğer gelirlerse seni öldürmeden gitmezler, konuşamayız, bizim onlara gitmemiz gerek. Kabileyi bulursak al karısı ya da Davut’u yollar ara yol yapmaya çalışırız dedi. Hoca bana bunları anlatırken dışarıdan bir at sesi duyuldu. Cama koştuk. Bilmiyorum hayatınızda paranormal aktivite yaşayan var mı ama Allah kimseye iki ayağının üzerinde yürüyen at görmeyi nasip etmesin. Cinler kılıktan kılığa girer. Özellikle ifrit cinleri bu konuda başarılıdır ama bu ifrit olmadığından at kılığına girse bile başarılı olamamış. Gözlerinden belliydi. İnsan gibi iki ayağının üzerinde yürüyüp acayip bir şekilde hırlıyordu. Hoca yalnız geldiğine göre Davut bu dedi. Eve yaklaşamıyordu al karısından dolayı. Hoca ben çıkar konuşurum dedi. Davut olması için dua etmeye başlamıştım. O ara artık cinlerle iç içe yaşayanları anlıyordum. Zararlısı olduğu gibi yardım edeni de vardı. Hatta hayatımda ilk defa bir cinin o an bulunduğum ortamda olması için dua etmiştim. Bizi onlardan koruyacak tek varlıktı. Hoca dışarı çıkınca at geri geri yürüdü. Karanlık olduğundan gözden kaybolunca hoca da karanlığa pek yürümedi olduğu yerde bekledi. Birkaç dakika sonra Davut’u gördük. Hoca hemen yanına koştu Davut’un. Davut al karısını hissetmiş gelemiyordu eve. Dışarı kulübeye geçti. O ara al karısı da ayağa kalkmış bağırıyordu. Hoca ona ekmek götürünce sustu. Sonra benle konuşmaya başladı. Ya hepsini öldüreceksin ya da onlara bir şey vereceksin dedi. Cinleri öldüren insan yoktur dedi sonrasında. Zamanında bir kabile ile 5000 koyun karşılığı anlaşmışlar ama ifrit cinler koyunu alsa bile peşini bırakmaz o yüzden işimiz zor dedi. Hocanın çaresiz konuşması beni iyice gerince hocam Türkiye’ye döneceğim zaten birkaç güne dedim. Yeter ki dört beş gün daha koruyun beni dedim. Döndürmezler, dönsen de peşinden gelirler dedi. O ara hoca girdi içeri nefes nefese. Davut yolda gelirken kabileyi tepenin başında Priştine tarafında yangın görmüş. Bizim terk ettiğimiz araziyi yakıyorlarmış. Bütün kabile oradaydı diye söylemiş hocaya. Biz eve sığındık iyice. Hoca ışıkları kapattı. Ortalığı iyice karanlık bastı. Davut kulübedeydi dışarıdaki. O kadar uykum vardı ki. Korkudan kaç gecedir gözüme uyku girmedi. Gözlerim seğiriyordu. Hoca, Davut nöbette uyu dedi bana. Zaten burayı bulamazlar, bulsalar da ifritler buraya yanaşamaz dedi. Bu lafı unutmayın beyler ileri ki yazımda anlatacağım.

Kısaca bahsetmek istiyorum yinede. Evinde kaldığımız hoca, daha sonradan duyduğuma göre bahçesinde al karısının üç oğlu gömülüymüş. Al karısı insan tarafından yakalanınca çocuklarını öldürüp al karısına yollarlarmış. Hoca bunları evin üç köşesine gömmüş. Cinler buraya istese de giremezler demişti. Bu olayla ilgili sonraki yazımda daha detaylı anlatacağım ama önce o gece yaşadığım bir tuhaflığı size söyleyeceğim. Gerçi bu cümlem saçma oldu. Yaşadığım her şey zaten tuhaftı ama o gece evin camına bir karga kondu saatlerce içeriyi bizi izledi. Önce rüya sandım, sonra evinde kaldığımız hoca kargaya bakır tas içinde okunmuş ıslatılmış ekmekten yedirdi. Karga hocanın elinden ekmeği yedikten sonra sabah ezanından hemen önce uçarak uzaklaştı. Hocanın derinliği her saat farklı bir boyut kazanıyordu. Karga hocaya hizmet etmekteymiş. Ekmekleri aslında yemiyor ebabil kuşu gibi ağzında evin uzaklarına taşıyormuş. Önceki yazıları okuyan bilir, bu ekmekler cinlerden uzak durmak için evin bahçesine gömülür. Hoca kargaya verdiği ekmeklerle cinler burada olduğumuzu anlarsa yanaşamasın diye ekmek gömdürmüş uzaklara sabah ezanı bizim için kurtuluş çanı gibiydi bir sonraki yatsı namazına kadar. Hoca bana sakın dışarı çıkma işemek içinde ateşin içine işe dedi. Sakın terleme ve çok sesli konuşma dedi. Hoca al karısını alıp dışarı çıktı, biz bizim hoca ile evde kaldık. Sonra Davut’u çağırdı hoca ama Davut kapı eşiğinden ötesine giremedi. Sebebini hiç öğrenemedim ama Davut içeri giremiyordu. Kapıdan konuştular. Hoca bir minder çekti kapı eşiğine beraber oturup konuştular. Ben camdan bakmaya başladım. İlk defa annem geldi o an aklıma. O kadar özledim ki, öleceksem de bir kere göreyim öleyim diye yalvardım içimden Allaha.

Neyse Davut’ta bir süreliğine uzaklaştı. Sanırım etrafı kontrol etmek için. Hoca içeri geldiğinde ben ağlıyordum. Ağladığımın farkında değildim. Hoca biraz bu işe bulaştığına pişmandı, her halinden belliydi. Belki Davut’la beni teslim etmek için konuştular bilmiyorum, o konuşmayı asla söylemedi bana ama Davut çok pişmanmış. Kabileyi öğrenip özür dilemeye gitmek istemiş ama hoca yerimizi bulurlarsa hepimizi öldürürler diye yalvar yakar ikna etmiş Davut’u. Akşamüstü Davut döndü. Davut’un anlattığına göre bizim kaçtığımız hocanın eski evini yakıp kül etmişler, etrafta köpek, eşek, at ne varsa katletmişler, her şeyi yakıp yıkmışlar. Cinler arasında dava olan insanı bulamayınca oradaki hayvanları katledermiş. Yani cinler bizim o evde olmadığımızı biliyordu. Kaçtığımızı biliyordu. İfrit olduklarından peşimizi de bırakmayacakları için aslında pekte güvende değildik. Sıkıntılı bir gün sona erdi ve bir şekilde gece oldu. Al karısı ile hoca geldiler, ellerinde lavaş gibi ekmekler vardı. Peynir vs. şeyler bulmuşlar bir yerlerden. Önce onları yedik. Hoca namaza durunca aynı karga yine cama geldi. Bu sefer gözlerinden kan akıyordu. Sanki mübarek hayvan kan ağlıyordu.

Hoca namazını bitirince sanki hemen namazı bitirdiğini anlayıp ses çıkarmaya başladı. Hoca hemen camın kenarına koştu. Ne olup bittiğini anlamaya çalışırken ışıkları kapatın dedi. Hocaya hemen Davut’u çağırın dedi. Önce kapının eşiğinden düğüm düğüm edilmiş bir halat çıkarım odanın içindeki tandır ocağında yanan ateşe attı. Al karısına iyice tembih verip zincirlerini çözdü. Davut bu sefer içeri hiç sıkıntı yaratmadan girdi. Sonra anladık ki, hocanın evini düğümlü halat koruyormuş. Halatı yanarken bize camları kapattırdı. Sonra ateşe kuyruk yağı attı duman çıksın diye. Halat yanıp dumanı duvarları sinsin diye uğraşıyordu. Neyse Davut’u içerideki oda da tuttuk, al karısı ve biz halat dumanının sindiği duvarlı odada oturuyorduk. Hoca önce oturup Yasin okudu, sonra 40 kere Felak ve Nasr surelerini okuduktan sonra. Bu gece ziyarete gelecekler dedi. Sen burada kalacaksın dedi gözlerimin içine bakarak. Sonra beni buraya getiren hocaya dönüp, hoca sen istersen git, al karısı seni uzaklaştırsın dedi. Çok vesveseli şeyler olacak, kalma istersen burada dedi. Hoca zaten günlerdir zor duruyor, bir çıkış yolu arıyordu ama beni şaşırtarak kalmayı tercih etti. Gece saat 11’i gördüğünde karga tekrar geldi. Ağzı hayvan pisliğine bulaşmış, bir ayağı da kopmuştu. Hoca çok yakındalar sessiz olun, Davut’u uyarın dedi. Davut hemen kaldığımız gecekondudan bozma binanın çatısında çıktı, al karısı bizimle kaldı.

Bölüm 4

Ne yapacağımızı bilmiyorduk. İfrit cinle ilk karşılaştığım gecedeki gibi pis bir sis çökmeye başladı. Davut hemen aşağı inip 7 tane ters başlı koç geliyor dedi. Bu sefer Davut’u da içeri aldık. Hoca perdenin gerisinden camdan dışarı bakarken, istemsizce bende baktım. Evin yüz yüzelli metre ilerisinde çenelerinin altından boynuz çıkmış, gözlerin mavi mavi parlayan 7 8 tane koç benzeri hayvan gördük. Dolanıyorlardı. Cin olduklarını söylememe gerek yok. Davut ifritlerin kabilesinin çok büyük olduğunu söyledi. Her yerde bizi arıyorlarmış. O ara iyice sis çökünce camdan bir metre önümüzü göremez olduk. Hoca ıslak ekmekleri geçtiler ise bu cinlere benim gücüm yetmez dedi. Al karısı huysuzlanmaya başlamıştı, oturduğu yerde titriyordu. Aramızda en sakini Davut’tu. Ondan hiç bir ses çıkmıyordu. Bizim hoca da camdan dışarı sessizce okuyup üflüyordu. Hoca Davut’a burada olduğumuzu anladılar mı diye sordu. O ara koçların sadece 2 sinin gözleri seçiliyordu, evin 20 metre yakınına kadar geldiler. Davut diğerleri gittiyse burada olduğumuzu biliyorlar, kabileyi çağırmaya gitmişlerdir dedi.

Hocam onlar gelmeden kaçalım, şehre inelim dedim. Dışarı çıktığımız an bizi çarparlar diye tembihledikten sonra, ev üzerine yıkılsa yine terk etmeyeceksin dedi. Hoca sakinliğini koruyordu. Ters başlı koçlar 20 metre öteye geçememeye başladılar. O an al karısı, “Oğlum!” diye bir çığlık attı. Hoca hemen al karısını yakaladı sakinleştirmek için. Al karısı dışarı çıkmaya çalışıyordu. Anladığımız kadarıyla cinler, al karısının ölen oğullarının mezarlarını deşmeye çalışıyormuş. Hoca al karısını zapt edemeyince al karısı kendini dışarı atıp sis içerisinde koçlara doğru koşmaya başladı. Sis yüzünden olan biteni göremiyorduk. Derinden gırtlaklanan bir atın anırmaya çalışması gibi bir ses ile al karısının çığlıkları duyuluyordu. Hoca hemen kapıyı kilitledi. O an Davut’ta dışarı çıkmak istedi. Hocaya bir şeyler anlatıp çıktı al karısının gittiği yöne doğru. Birkaç dakika sonra Davut döndü, al karısının başı ile vücudunu birbirinden ayırmışlar. Kafasını alıp kaçmışlar. Davut elinde al karısının cansız bedeniyle döndü, bedende kafa kısmı parçalanıp koparılmış şekildeydi. Ben zaten o ara kendimden geçmişim. Tam olarak ne olduğunu şuan hatırlayamıyorum ama kendime geldiğimde Davut al karısının bedenini gömmeye çalışıyordu. Saat 2.30 gibi kendime geldim. Davut gömme işlemini yarıda bırakıp içeri koştu. Hocaya bağırarak bir şeyler söyledi. Hoca geldiler hocam diye bağırdı. Hocalar ile Davut ne yapılacağını tartışıyorlardı Farsça. Bir anda evin üzerine taşlar yağmaya başladı. Duvarlara çarpan taşlar resmen parça parça evin dış cephesini kemiriyordu. Hatta cama isabet eden taşlar oldu. Evin içinde ne varsa kırılıp dökülmeye başladı. Taş bulamayan ifritler kafası koparılmış sıçan ve karga atmaya başladılar.

Evinde kaldığımız hoca Davut’a kabileden bir sözcü çağır, buyur edelim konuşalım dedi. Davut kulakları yırtacak bir ses ile daha önce duymadığım bir dil, ya da sesler bütünü ile ses çıkarmaya başladı. Sanki hayvanlara özel çıkarılan sesler gibi Davut ve diğer cinler bu sesler ile anlaşıyormuş yani onların dilleri buydu. O ara taşlar kesildi. Davut bir süre sonra içeri dönüp hocaya Farsça bir şeyler söyledi. Al karısının tohumlarını topraktan çıkarın, ekmekleri toplayın demişler. Sanırım cinler eve pek yaklaşamıyordu o an ama öyle yoğun kaya parçası yağıyordu ki devam ederlerse evi başımıza yıkacaklardı ama ifritlere güven olmaz diye dışarı çıkıp dediklerini yapmak istemedik. Az sonra taş yağmuru tekrar başladı. Evin her yerine taş fırlatıyorlardı. Davut tekrar aynı sesle bağırmaya başladı, ekmekleri toplayıp bir cin alacağım, o kişi sınırı geçince ekmek ile kapatacağım dedi. Davut dışarı çıktı. Biz gelince ne konuşacağımızı düşünüyorduk. 5000 koyun için anlaşalım dedi hoca. En azından zaman kazanırız dedi. Evinde kaldığımız hoca, anlaşmaya yanaşmayabilirler dedi. Biz tam tartışırken kapı çaldı. Kapı açıldı beni içeri odaya aldılar, sen sakın çıkma dediler, gözükme dediler. İçeri ki oda da divanın altına girdim. Nefes bile almayı bıraktım. Hayatımın en korku dolu anlarıydı. Sonra konuşmalar başladı, kimin ne konuştuğunu anlamak mümkün değildi. İçeriden bir ağlama sesi duyuldu. Sonra hoca girdi benim odaya, evdeki tüm kuran ve dua yazılarını toplatmış içerdeki odaya taşıtmış. İfrit cinler çok rahatsız olur Kuran ve Arapça dualardan. Hocanın yüzünün rengi bembeyazdı. Yıllardır cinlerle münasebeti olan adamın bile rengi atmıştı. Hocaya soru sordum. Hocam ne oluyor diye. Adam cevap bile veremedi. Sanki aklı çıkmıştı yerinden.

En azından Kuran kitapları yanımda belki yanaşamaz diye düşündüm fakat şunu söyleyeyim. İfrit cinler gayrı Müslim’dir. İslam inancı olmadığı için Kuran onları sadece rahatsız eder. Yani kuran ve ayetler ile ilgili şeylerin olduğu yere girebilirler ama huzursuz olurlar. Her neyse hoca içeri girip kapıyı üzerime kilitledi. Ben zaten kaskatı kesildim. Koskoca adam ne idrarını tutabiliyordu ne ağlamamayı başarabiliyordu. Hayatımın en kötü anıydı. Bir ara sesler yükseldi. Kapının anahtarı duyuldu, içeride bağırış vardı ama bu Davut’un çıkardığı seslere benzeyen bir bağırıştı. Bir anda kapı açıldı, o an nutkum tutuldu, iki hocada içeri girip hemen kapıyı kilitlediler. Orası filmin koptuğu andı zaten. Cinlerin kavgası başlamıştı. Davut ve ifrit cin kabilesinden gelen cin içeride kavga ediyordu. Hocaların ikisi de oda da ya sabır ya hak çekmeye başladılar, hemen okumaya başladılar. Evinde kaldığımız hoca belinden halatı çıkarıp okudukça düğüm atıyordu. 7 düğüm atıp kapının koluna sardı. Öteki hoca zaten nefes verdikçe okuyordu. Yer yerinden oynamaya başladı, resmen zelzele oluyordu evin içinde, cinler evi taş yağmuruna tutmaya başladılar. İçeride ifrit cin ile Davut kavga ediyordu. Hayatımda böyle bir an yaşamadım. Allah kimseye yaşatmasın, o çıkan seslerin, o hiddetin haddi hesabı yok. İfrit cinin çıkardığı seslerdeki hiddet, nefret ve vesvese resmen insanı kaskatı kesiyordu. İçeride olan biteni göremesek de, o sarsıntı, o duvarı döven taşlar ve Davut ile ifritin kavgasındaki çığlık ve feryat bize kalp krizinden de kötüsünü yaşattı. Hoca yanımda Allah’a canımı al diye yalvarıyordu. Beni onların ellerine bırakma al canımı ya hak diye ağlamaya başladı. Bu olay tam 3 dakika sürdü, sonra bir anda seslerin tamamı duyuldu, taş atmayı kestiler.

Bölüm 5

Ortalıkta olağan üstü bir sessizlik oldu. Tam o sessizlikte “La ilahe illAllah” diye uzaktan gelen ezan sesini duyduk. Hayatımda hiçbir ezan bana bu huzuru yaşatamamıştı. Hocalar hemen içeri koştu. Ben yalnız kalmaktan korktuğum için peşlerinden gittim. İçerisi hayvan ölüleri, kafası kopuk sıçanlar ve fındık fareleriyle dolmuştu. Davut ortalıkta yoktu. Kapı parçalanmıştı. Ne cam kalmış ne de kapı. Ev yaşanmaz hale gelmiş. Hemen dışarı çıktık. Davut uzaktan geliyordu. O an ilk defa Davut’un yüzünün bir kısmını gördüm ve hiddete düştüm. Bir sonraki yazımda onun yüzünü tarif edeceğim ama şimdi kısaca olanlardan bahsedeyim. İfritler ezanı duyunca kaçmışlar. Ezan sabah vaktinin habercisidir. İfritler asla gündüzleri dışarı çıkmazlar. Onların gayb kapıları sabah ezanından sonra kapanır. Akşam ezanıyla açılır. Davut’un karısını öldüreceklermiş. Peşlerinden koşmuş ama yetişememiş. Akşam ezanına kadarda beklemekten başka çaresi yokmuş. Artık sadece beni değil, hocaları da öldürüp yakacaklarını ve Davut’un bütün ailesini katledeceklerini söylemiş ifrit Davut’a. Davut’un her yeri parçalanmıştı. Akşamda gelecekler dedi. Yollara tuzak kurmuşlar etrafı terk edemeyiz dedi Davut. Zaten etraftaki tüm köylerdeki telefon hatları, elektrik tellerini parçalamışlar. Burada kısılı kalmıştık. Gece gelip bizi avlamalarını beklemekten başka çaremiz olmadığını bilmek o korkuyla düşünmemizi engelliyordu. Önce hep birlikte dışarı çıktık. Kapının önünde al karısının başsız bedeni vardı. Davut toprağa tam gömememiş. Gelen taşlar paramparça etmiş bedenini. Biraz ötede ölü oğullarının cesedi vardı. Bir tanesinin bacaklarını kemirmişler. Al karısı ve soyundan gelenlerin cesetleri çürümez. Bin yıl toprak altında kalsa aynı şekilde çıkartırsınız.

Biraz Davut’tan bahsedeceğim. Davut’un yüzü kıllıydı. Keçi derisi gibi gerisi vardı. Sık ama kısa tüy gibi. Ağzı yine kuzu ağzı gibi dişleri kurt gibi ama çok inceydi. Kulakları yoktu. Burnu içeri doğru oyulmuş gibiydi. Boynuna doğru indikçe kıllar gidip yerine nasırla kaplanmış gibi duran çatlamış bir deri geliyordu. Gözleri simsiyahtı. Gözlerine baktığınızda zifiri karanlığa bakmış gibi hissedersiniz. Yüzünü tarif edebilecek ya da benzetebileceğim bir canlı yok. O yüzden şuna benziyor diyemem ama bir kere bakabildim daha da bakamadım. Amacımız Sırbistan’da şehir merkezine inmekti hava kararmadan. Davut’a suratını kapatacak bir şeyler bulduk. Ayaklarını vs. sararak vücudunda görünecek yer kalmayacak şekilde gizledik ama boyu o kadar uzundu ki her halükarda dikkat çekiyordu. Etrafımızda şehir yoktu en yakın yerde 100 kişilik bir Türk köyüydü ki, köyde elektrik yoktu. Gece hayatımızı kurtaran ezanı bile hoca minareden bağırarak okuyordu. Hoca bu köye girersek bizi gizlerler dedi. Şimdi burada olan bir olayı anlatmadan önce size bir bilgi vereceğim. Bu bilgi sonrasında olayın tam olarak nasıl olduğunu anlayacaksınız. Daha önce dediğim gibi Kosova ve Sırbistan sınırında, zamanında milyonlarca insan katledildi. Bu yüzden buralarda aşırı derecede olaylar olduğu rapor edilir. İki ülkede NATO birliği hariç bu araziye asker yollamaz. Çünkü burada açıklanamayan birtakım olaylar olup üzeri kapatılmıştır. Özellikle bizi evinde saklayan hoca ve ileride ki Türk köyündeki insanlar için, cinler, al karıları, ermişlerin ruhları ile sürekli bağlantıda olmak normal bir şey. Onlar genelde Müslüman cinler ile zamanında âlim ve ermiş olarak ölen hoca ve hacıların ruhları ile ve al karıları ile iletişim halindedir. Hatta bazı evlerde cinler misafir olarak ağırlanır.

Hatta bizim hocanın evinde al karısı vardı. Bu insanlar ifrit ve şeytan soyundan gelen cinlerle muhatap olmaz genelde. Bir rivayete göre ifrit ya da şeytan soyundan gelen cin bir insana tecavüz eder. Kadın evinde banyo yapıp temizlenirken tecavüze uğrar, birkaç dakika sonra kadının kocasının köy kahvesinde alev alev yanarak öldüğü anlatılır. Sabah ezanından önce gayb kapısından geçemeyen cinler Davut gibi Müslüman değilse, tutsak kaldı sanılarak kabileden dışarı atılır, bir daha dönemez. Bu cinler insanlara hastalık verir, bir kısmı insan çarpar, ya da içine girip kontrol eder. Onları rahatsız etmekten hoşlanır. Köyde bu tip olaylar olmasın diye köyün etrafında bir takım gömüler vs vardır. Cinler bu yüzden tuzak kurmakta ustadır. Yolda yürürken her an bir aksilik yapar ölümle sonuçlanacak yaralanmalara yol açabilir. Amacımız gece çökmeden köye inip yardım istemekti. Al karısını bilmeyen arkadaşlar için kısaca anlatayım. Al karısı hakkında herkes bir şeyler yazabilir. Al karıları insanlar gibi her biri birbirinden farklı olabilir. Tek bir al karısını ele alıp genelleme yapılmaz. Al karıları erkeklerle münasebete giremez. Doğalarında öyle bir şey yoktur. Lohusa kadınların yeni doğurduğu bebekleri çalıp kendilerine tohum yaparlar. Yani, yeni doğan bebekleri kaçırıp, bir şekilde gebe kalırlar. Bunu nasıl yaptıkları bilinmez. Al karıları erkek ya da kız doğurabilir. Erkekler genelde ölü doğar. Yaşayanları ise cinler avlar genelde. Bu yüzden erkekler hayvan kılığına girer sayıları o kadar azdır ki, denk gelmek imkânsız gibi. Dişiler ise al karısı olur. Elleri çok bereketlidir. Bir ekmek çıkacak hamura el sürdü mü on ekmek çıkar. Bazı yörelerde gümüş çuvaldız ve iğne batırarak yakalarlar ama bu boş bir yöntemdir. Zira al karısı enerjisi düşük bir varlıktır, normal kadın kadar güçsüzdür. Bir erkek tarafından kolayca yakalanabilir. Cinler gibi özellikleri yoktur. Gaipte yaşamazlar. İnsanlar arasında yaşarlar ve sürekli insanlara görünürler. Görünmezlik özellikleri yoktur yani. Genel olarak çok çirkindirler. Al karısı olduğunu anlamak zordur, insana benzer tıpatıp. Dişlerinin yapısından anlaşılır. Saçları koyu kırmızı gözlerinin çoğu göz bebeksizdir. Yani bembeyaz. Yeni doğum yapan kadınlara musallat olur evlatlarını çalar. Al karısı bebeği 40 günlüğe ulaşmadan çalar. Aksi halde onu tohum edemez kendine. Bazıları kıskançlığından hamile kadınlara musallat olup bebek düşürtür. Al karıları cinler ile kan davalı gibidir. Birbirlerini asla sevmezler. Cinler al karısı ve soyundan gelenleri sorgusuz sualsiz öldürür. Genelde kafaları kopartılır. Kafa kabileye götürülüp yakılır. Al karıları toplu halde yaşar, insan tarafından yakalanan bir daha geri dönemez ve evlatları var ise öldürülüp al karısının yakalandığı evin kapısına bırakılır. Bu saatten sonra al karısı yakalayana köle gibi olur. Al karısına yemek verdiğin sürece her işi yapar. Evinde kaldığımız hoca al karısına temizlik, yemek vs. her şeyi yaptırıyordu.

Bölüm 6

Köye doğru yürümeye başladık. Davut bizden 200 metre kadar ötede yürüyordu. Cinlerin kurduğu tuzaklar var ise bizi uyaracaktı. Hocaların ikisi de yaşlıydı. Bense dermansız kalmıştım. Ezanı duyalı tam bir buçuk saat olmuştu ama ortalık hala zifiri karanlıktı. Biz bu olaya köye yaklaşınca anlam verebildik. Tuzağa rastlamadan köye girdiğimizde köydeki herkesin kaçtığını gördük. Ne hayvan kalmıştı ahırlarda nede insan. Sonradan öğrendik ki, köylüler olanları anlamış ve hoca minareye koşup var gücü ile ezan okumaya başlamış, ifrit cinlerde sabah oluyor sanıp korkudan tuzak bile kuramadan kaçmışlar. O muhterem hocanın ani kararı ile ezanı bir buçuk saat önce okumasa biz çoktan ölmüştük. Köy hayalet köy gibiydi. İnsanlar olacakları sezip kaçmıştı. 100 kişilik köyde canlı bir böcek bile kalmamıştı neredeyse. Hoca minareye çıkıp bizim durumumuzu anlayıp ezanı önceden okuyup hayatımızı kurtarmıştı ama o an köyde yardım alacak bir Allah’ın kulu bile yoktu. Olayın en ilginci ise bu insanların bu kadar kısa sürede nereye kaçabileceğiydi. Tamamı cinlerle, al karıları ile ermiş ruhları ile iç içe yaşayan yüz kişiyi korkutup kaçıran bu illetten kurtulmak için sürekli aklım Allah’a yalvarıyordu. İfritler gece geldiklerinde önce bizim bıraktığımız binaya bakıp sonra buraya geleceklerdi elbet. Onlara karşı koyma gibi bir şansımız yoktu. Hava daha yeni ağarıyordu.

Gecekondudan dönüştürülen camiye girdik. Kapısı kilitli olmayan tek yer oydu. O an içimizi ferahlatacak bir şey oldu. Bizi kurtaran ezanı okuyan hoca olduğunu düşündüğümüz sakallı, uzun yeşil cüppeli bir muhterem zat camide namaza durmuştu. En azından bir takım sorulara cevap buluruz diye namazını bitirmesini bekledik. O ara bizim hocalarda şükür namazına durmaya karar verdi. Bende hocalara katıldım. Davut dışarıda dururken biz hocalarla namaza durduk. Biz namazı bitirdiğimizde ihtiyar adam hala namazdaydı. Çok uzun süre geçmedi ki, Allahu Ekber Kebira’yı okumaya başladı. Yaklaşık 11 tekrar yaptıktan sonra, Selamın aleyküm diye sohbete girdi hoca. Faezeh ile görüştünüz mü dedi ihtiyar bizim hocalara. Faezeh ifrit cinlerin kabilesinden bizim eve giren sözcüymüş. Evet dediler. Yüzünüzü gösterdiniz mi dedi, bizimkiler yine evet dedi. Anlaşmaya yanaşmadılar mı dedi. Bizimkiler anlaşmayı dinlemedi bile, beni göstererek ya onu alırız ya hepinizi dedi, dedi. Ben dayanamayarak hocam Allah razı olsun bizi kurtarmak için ezanı erken okudunuz dedim. Ben okumadım dedi. Ben köyün 4 günlük misafiriyim dedi, size yardım eden hoca köyün geri kalanı ile tepenin arkasına yürüdüler saklanmak için dedi. Vazifem bitmeden bu köyü terk edemem dedi. Vazifesini sorunca Rab bilir, kader yazar biz uyarız dedi. Bu gece bu köyden iki ölü çıkacak, ben onları yıkayıp gömeceğim. Benim görevim bu dedi. Hocanın iki kişi ölecek bende yıkayıp gömeceğim demesi ile bizim birbirimize bakmamız bir oldu. O an herkes kendi canının derdine düştü. Beni kurtarmak artık konu dışıydı. Asıl önemli olan kendini kurtarmaktı. İki hocanın da giriştiği bu olaydan ne kadar pişman olduğu yüzlerinden okunuyordu. Ben o gece beni öldüreceklerine emindim. Çünkü benim için geliyorlardı ve ben ölene kadar bitmeyecekti. Hocaya sorduk, hocam bir yolu yordamı yok mu diye. Hoca yukarı bakıp, o yazdıysa biz bozamayız dedi. Bir ara çıkıp koşup kaçmayı düşündüm ama o insanların benim için yaptıklarından sonra bu düşünce, sadece düşünce olmaktan öteye gidemedi.

Hoca bizi bir eve soktu, gusüllerinizi tazeleyin, abdestinizi alıp tövbe namazınızı kılın dedi. Davut’u çağırın o da alsın abdestini dedi. Hoca uzun boylu ve uzun cübbeliydi, kalburluydu. Yüzünde ifade yoktu, ne korku veriyor ne de huzur ve cesaret verebiliyordu. Sadece bilgi vermek için orada gibiydi. Davut köydeki hiçbir eve sığamadığı için hep beraber bahçede oturduk. Davut cebinden 6 tane hurma çıkardı. Hurmalar yumruk büyüklüğündeydi. O kadar açtım ki, bir ara yerdeki nanelere kopartıp yemiştim ama Davut’un verdiği hurmayı yiyemedim. Hurmanın üzeri Davut’un derisi gibi çatlaklaşmıştı. Yanımda dursun açlığa dayanamayınca yerim diye cebime soktum. Aradan bir süre geçince, hocanın bacağı kopan kan ağlayan kargası gezmeye başladı etrafta. Bir süre kafamızın üzerinde turladıktan sonra yanımıza yanaştı. Belli ki Davut’tan çekiniyordu. Hoca el edince hemen kondu yanımıza. Sol kanadındaki tüyler yolunmuş, kanadının altına keskin bir şey ile yazı gibi bir Farsça şekil kazınmıştı. Ben görünce şekli şok oldum, bu benim ilk ifritle karşılaştığım askeriyenin mutfağındaki yazılardan biri ile aynıydı. Hoca o an bana bunun şeytanı öven bir kelime olduğunu söyledi. Biz nasıl darda kalınca ya Rab! Diyorsak, karganın kanadına ya iblis! Yazılıydı. Cinler kargayı yakalayıp tırnakları ile hayvana acı çektirerek yazmışlar. Gerçi hayvan diyemem. O an hoca bize bir şey itiraf etti. Bu karga kafası koparılan al karısının hayatta kalan oğullarından birisiymiş. Al karısını anlattığım yazımda dediğim gibi al karısının oğlu hayvan kılığında gezer. Bu karga hoca için değil annesi için geliyormuş. Annesini katlettiklerinde oğlunu da yakalayıp işkence yaparlarken okunan ezan kurtarmış onu da. Yukarı bakmak Allah’a olan saygıdandır. Aleyna sıfatı ile bakılır, Aleyna üzerimizde demektir. Allah’ı yukarıda aramaktan ziyade Rabbin gücü hepimizi aşar manası çıkarılmalıdır. He Allah’ı gökyüzünde arayanda var ama her neyse, ben konuyu dağıtmadan döneceğim. Öğle vakti gelirken cübbeli dede minareye çıkmaya başladı. Boş köye ezan okumak için hazırlanıyordu. Önce anlam veremedik. Zamanı gelince ezanı okudu.

Bölüm 7

Nasıl bu kadar sakin olduğunu anlamak güç, bu gece burada iki kişinin öleceğini nereden bildiğini asla anlayamadım. Hoca minareden inerken yanına yaklaşıp, hocam kurban olayım günlerdir çekmediğim kalmadı diye sızlanıp durdum. Bir yolu yordamı yok mu diye ağladım. Cidden birkaç gün içinde o kadar kilo vermiştim ki, vücudum allak bullak olmuştu. Ayakta duracak takatim yoktu. Cümle bile kurmakta zorluk çekiyordum. Bana sana ulaşamadıkları her gün yenileri ölecek dedi. İfritin nefreti yavru kancık gibidir. Hızlı büyür. İfrit cinlerin nefreti ateş ile yoğrulmuştur. İfrit cinlerin kabileleri en sapkın cin kabilesidir. Şeytana tapıp, Allah’ı ret ederler. Diğer tüm âlemler ile husumetleri vardır. İnsan ırkını sevmezler, insan ırkına çaresiz hastalık, şifasız dert ve vesvese verirler. Al karıları ve tohumlarını avlarlar. İfrit cinlerin kabilelerinde sapkınlık vardır. Kendi aralarında bile savaş halindedirler. İfrit cinler bizim dünyamızın Yahudileri gibidir. Sürekli fitne fesat ile düşmanlık yayıp kaos ortamlarında büyürler. İfrit cinlerin en rahat ettikleri yerler pis ve hiçbir canlının yaşayamayacağı kadar alçak alanlardır. Özellikle sıçanların kafalarını koparıp evlerine asarlar. Ölülerini asla gömmezler. İfrit cinler kendi ölülerini yiyebilir. İfrit kabilesinden biri bir insan tarafından rahatsız edilirse, tüm kabile onu düşman beller. İfritler kurbanlarını hemen öldürmez, ifrit cinin çarpması çok ağır olur. Kemikler birbiri ile kaynar yüz ve surat şekilsiz bir hal alır. İnsan ucubeye döner. Sonra bu haldeki insanları kabilenin yaşadığı yerde orta yere atıp sürekli rahatsız ederler. Belki aylarca hatta yıllarca acı çektirirler. İfrit cinlerin kabilesi çok büyüktür. Binlercesi bir arada yaşar. İfrit cin sizi çarpıp kabilenin yaşadığı yere götürdüğünde, iki omuz aranızı üç günlük yol gibi hissedersiniz. Öyledir ki her hücreniz acıyı ayrı bir tadar. Her gün farklı bir cin tarafından rahatsız edilirsiniz. Ölmeyi dileseniz de sizi öldürmezler. Çarpılan insan vücudunu kontrol edip kaçamaz. Öyle ucube bir beden ile her gün cinlerin vesvesesine maruz kalırsınız…

Hoca ben ona yalvarırken namaza durdu. Kafasını son secdeye koyduğunda ikindi ezanına kadar kaldırmadı. Bu arada dışarı çıktığımda Davut ortalıkta yoktu. Köyün arkasında tepeler vardı. Davut cinlerin köyü basacağı yere doğru gidip nöbete durmuştu. Bir ara köyden kaçıp saklanmak istedik ama köy bizim için en güvenli yerdi. Hoca köyden ayrılan ifritin kucağına düşer dedi. Ne yapacağımızı ne edeceğimizi bilmiyorduk. Köyde yaklaşık 20 hane vardı. Tuvaletler, barakalar, ahırlar vs. işin içine katınca 35 e yakında içinde saklanacağımız yer vardı. Hoca ikindi ezanını okuduktan sonra yanımıza geldi. Kargayı salın, al karısı bulup saçlarını getirsin buraya dedi. Hoca kargayı saldı. Al karısı saçını düğüm düğüm edip köyün girişindeki ağaçlara asacaktık. Hoca Davut’a bir yer gösterip buraya işemesini istedi. Benim koluma bir çizik atıp Davut’un işediği yere damlattı. Çok zaman geçmeden karga ağzında bir tutam saç ile döndü. Cübbeli Hoca karganın gözlerine bakıp hayvanı terk et dedi. İçindeki al karısının oğluna seslenmişti. Karga önce huysuzlanıp sonra uçarak uzaklaştı. Aradan bir dakika geçmedi ki, 17 – 18 yaşlarında sol tarafı felçli bir çocuk belirdi. Suratı orantısızdı. Bir gözü diğerinden büyük, ağzında dişleri yoktu. Sol tarafı felçti. Hoca beni yanına aldı, diğer iki hocanın camide kalmasını istedi. Hocalar ikindiyi kıldıktan sonra okumaya başladılar. Cübbeli Hoca, sabah ezanını duymadan yer bile yarılsa okumayı kesmeyin dedi. Al karısının oğlu ile Davut’tan çatılara çıkmasını istedi. Al karısının oğlunun boyun benden kısaydı. Felçli haline aldırmadan çok hızlı hareket ediyordu. Davut ise daha önce söylediğim gibi benden çok daha uzun ve iriydi. Biz hocayla caminin arkasındaki ahırın kapısına geldik.

Hoca eline avuç avuç at pisliği alıp benim diz kapaklarımdan aşağısına sürmeye başladı. Sonra yerden bir avuç toprak alıp toprağa bir şeyler söyleyip üfledikten sonra başımdan aşağı döktü. Bu binanın etrafında 7 tur at ve öğreteceğim kelimeleri söyle dedi. Şimdi size bu kelimeleri söyleyemeyeceğim, yanlış telaffuz ile başınız derde girmesin. Hocanın dediklerini yaptım. O ara hava kararmaya başladı. Korkudan başım dönmeye başladı. Hocaya ne yapacağımızı sordum. Yedi Emini’ çağıracağız dedi. Yedi Emin sizin bu bildiğiniz hukuk vs. olaylarındaki yedi emin değil. Burada çağırılan varlığın, zamanının en muhterem evliyasının adıymış yedi, ermişler ona güvenilirliğinden dolayı Emin lakabı takmış. Yedi Emin pek bilinen varlık değildir. Genelde erenlere yardım eder. Öldükten sonra dahi insanlara olan yardımı dolayısı ile Emin adı verilmiş. Hocanın anlattığına göre Yedi isimli ermiş, zamanının en muhterem evliyasıymış. Şu anki Türkiye sınırları içerisinde hiç yaşamamış. Hayatını şuan bizim sıkıntı çektiğimiz bölgeye yakın yerlerde, buralar Osmanlı toprağıyken geçirmiş. Öyle heybetliymiş ki yolda yürüdüğünde şeytanın bile korkup yolunu değiştirirmiş. İnsanlar ifrit cinden nasıl korkar ise, ifrit cin de Yedi Emin hocadan öyle korkarmış görünce.

Bölüm 8

Yedi Emin Hoca yerine uzun uzun yazamamak için Emin Hoca diyeceğim. Cübbeli Hoca, Emin hocayı çağırmak iki kere gusül ve 7 rekât namazın ardından, benim dediklerimi tekrarlayacaksın dedi. Hoca sana yardım edeceği için sen çağıracaksın dedi. Tamam dedim. Boş evlerden birinde bulduğum iki kazan su ile gusül alıp 7 rekât nafile namazı kıldım. Arkasından Cübbeli Hoca’nın yanına gidip dediklerini tekrarlardım. Hoca elime bir tespih verip bir cümleyi 777 kere tekrarlatacak şekilde 7 cümle söylettirdi. Emin hoca ikindi ile akşam arası çağırılır. Emin Hoca’yı yardım için değil, akşam namazı için çağırmak gerekir. Usul budur. Hoca gelir senin ile akşam namazını kılar. Yatsıya kadar sohbet edilip, kuran okunur. Eğer hoca haline acır ise yanında kalır yardım eder. Aksi halde yatsıyı kıldıktan sonra gider. Hocayı bizle akşam namazı kılsın diye, Cübbeli Hoca’nın tarifine göre çağırdık. Hocayı çağırırken, akşam namazına bir saatten az süre vardı. Bu arada Davut ve al karısının oğlu da çıktıkları evlerin üzerinde namaza durmuşlardı. Beni korumak için başını derde sokan iki hoca da camide sürekli okuyorlardı. Biz köyün girişine gelip hocayı beklemeye başladık. Akşam namazı okunmaya başlayana kadar gelmez ise bir daha gelmeyeceğini biliyordum. Bu yüzden umudumu yitirmeye başladım. Çünkü Cübbeli Hoca akşam namazını okumak için teyemmüm abdesti almaya başlamıştı. Hoca teyemmümü alırken benim gözüm bir anda Davut’a gitti. Davut çıktığı çatıda gözükmüyordu. Tam Davut’u ararken Cübbeli Hoca bir anda avazı çıktığı kadar “Allahümme Salli” duasını bağıra bağıra okumaya başladı. O an irkilip hocaya döndüğümde, donup kalmıştım. Gökyüzü ile yeryüzünün birleştiği o noktada uzun, omuzları geniş, sakalı göbeğinin altına kadar gelen, elinde benim boyumu bile aşan asası ile yüzüne baktıkça bakılası gelen mübarek bir insan geliyordu. Ne kadar uzun olduğunu yanıma gelene kadar fark edemedim. Önce korkmuştum. Çünkü sadece silüeti gözüküyordu. Bir anda Cübbeli Hoca da bağırarak dua okuyunca ifrit cinlerin geldiğini sandım fakat Emin Hoca yaklaştıkça o yüzünün nuru öyle etkilemişti ki beni, günlerdir içimi ilk defa o kadar rahatlamıştı. Aradan birkaç saniye geçti ki, Davut’u emin hocaya koşarken gördüm. O iri devasa Müslüman cin, emin hocanın yanında neredeyse çelimsiz kalıyordu. Daha Emin Hoca köye yaklaşmadan, Davut, hocanın ayaklarına kapandı. Bizim Cübbeli Hoca’da koşmaya başlayınca ben ne yapacağımı şaşırdım. Hocanın arkasından gidip yetişmeye çalıştım. Emin hoca öylesine heybetliydi ki, şeytanın bile görünce yolunu değiştirmesine anlam verebiliyordum. Yüzünden nur akıyordu. Cübbeli Hoca Davut’un ile resmen hocanın ayağına kapanma yarışına girdi. Hoca ikisini de doğrultmak için eğildiğinde hocanın ellerini öpmeye başladılar. Bende çok geçmeden yetiştim ama ne yapacağımı bilmiyordum

Emin hoca cüppeli hocaya, ezanı oku, namazımızı geciktirmeyelim diyerek benim ile göz göze gelmeden sanki ben orada yokmuşum gibi yanımdan geçti gitti. Emin Hoca hakkında kısa bir bilgi vereyim, nasıl göründüğü ile ilgili. Ben Davut’un göğüs kısmına geliyorsam, Davut’ta hocanın omuzlarına anca geliyordu. Emin Hoca göbeksiz, sırtı dik, omuzları geniş yüzü tertemiz bir hocaydı. Sakalları bembeyaz ve göbeğinin altına kadar iniyordu. Hoca yaşlı gözükmüyordu. 40 yaşlarında gösteriyordu. Sakalları olmasa belki daha genç dururdu. Kaşları kalındı, alnının üzerinde 7 çizgi vardı. Kafasında yeşil bir sarık vardı. Üzerinde ise keçeden yapılmış renkleri birbirine karışmış bir hırka vardı. Hoca akşam ezanını okuduktan sonra, hocalar, ben, Davut ve al karısının oğlu hep beraber köyün girişinde namaza durduk. Emin Hoca hırkasının içinden lavaş ekmeği çıkardı, mübarek böldükçe ekmeği ekmek hiç azalmadı. Toplam 7 kişi karnını doyurdu o ekmekle. Önce biraz Kuran okundu ama ben gerilmeye başlamıştım. Çünkü gaybın kapılarının açılmasına dakikalar kalmıştı. İfritler 11 gibi basmışlardı önceki gece evi. Bu gece de aynı saatlerde gelir diye düşündüm. Ben bu düşünceler ile boğuşurken, Emin Hoca gür sesi ile, hak bir çaresini bulur. Şeytanın soyundan gelen, şeytan gibi lanettir dedi. Hoca resmen aklımı okumuştu. Tam ben konuşacakken al karısı öldürülen hoca konuşmaya başladı. Olayı benden daha düzgün bir üslup ile anlattı. Emin Hoca bana dönüp sen mi onlara gittin onlar mı sana geldi dedi. Ben de askeriyedeki olayı ağlayarak anlattım. Emin hoca beni dinledikten sonra hiçbir şey demedi. Yatsıyı kaçırmayalım, mümkün mertebe erken kılalım. Ziyarete geldiklerinde kılamayız dedi. O an hocanın gece yanımızda kalacağını anlamıştım. Yatsıyı da kıldık, gece ayazı üzerimize inince hocalar camiye geçti okumaya devam etti.

Bölüm 9

Cübbeli Hoca beni ahırın oraya yolladı fakat bu sefer Emin Hoca, Davut ile al karısının oğlunu yanına alıp ileri doğru yürümeye başladı. Ben hemen Cübbeli Hoca’nın yanına koştum ne olduğunu anlamak için, bizi yalnız bıraktıklarını, beni cinlere teslim edeceklerini sandım. Meğer ise, emin hoca sis çöktüğünü görüp ifritlerin geldiğini anlamış. Onlar köye varmadan karşılaşmak istemiş ama karşılaşınca ne yapacağını kendi bilir dedi Cübbeli Hoca. Bana ahıra girmemi söyledi. Ahırın kapıları hocanın okuyup düğümlediği halatlar ile bağlanmıştı. Ahırın oradan izliyordum. Daha önce ifrit cin görmemiştim. Evi bastıklarında camları olmayan odaya saklandığımdan onları görmemiştim ama ahırın içinden her şey görünüyordu. Emin Hoca sisin içinde kayboldu ama sis ilerlemeyi kesti. Köyün girişine 250 metre kala sis durdu ama ötesi gözükmüyordu. Aradan çok geçmeden Emin Hoca’nın sesini duymaya başladık, öyle gür sesi vardı ki çok net duyuluyordu. Hoca bağırarak Felak ve Nasr surelerini okuyordu. Davut ile Faezeh kavga ederken çıkan sesleri duymaya başladık. Emin hocanın sesi ifritlerin çığlıklarını bastırsa da, o sesin verdiği kasvetli hava bana resmen acı veriyordu. Çığlıklar yavaş yavaş uzaklaşır gibi derinleşe derinleşe azalmaya başladı, bir süre sonra sesler kesilince siste dağıldı. Emin hoca Davut ve al karısının oğlu ile geri yürüyordu. O an bir rahatlama geldi. Emin Hoca cinlerle savaşıp yendi diye düşünürken bir anda köyün arka tarafında patırtı koptu. Hocaların okudukları yere taş yağmaya başladı. Resmen gökten taş yağıyordu. Al karısının sahibi olan hoca kendini dışarı atarken diğer hoca içeride kalmıştı. Cinler önce kaçıp, köyün arkasından dolanıp köyü basmışlardı. Ben hemen ahırda görünmeyecek şekilde saklanıp, saman çuvallarının altına saklandım. Cübbeli Hoca köyün en yüksek binasının tepesine çıkıp, Allahu Ekber Kebira’yı okumaya başladı. O an Emin Hoca taşların yağdığı yerin önüne geçerek kendini siper etti. Taşlar Emin Hoca’ya doğru geliyor ama hocaya çarpmadan yere düşüyordu. Taşlar bile Emin Hoca’dan çekinip ona zarar vermekten korkar gibi ya yön değiştiriyor ya da hemen önüne düşüyordu. Yüzlerce taşa kendini siper etti ama hiçbir taş ona çarpmadı.

Bu sefer Cübbeli Hoca’nın oraya da taş atmaya başladılar. Emin Hoca kendini iki yere birden siper edemediği için al karısının oğlu ile Davut’a koşun siper edin dedi. Bu köyde bu gece Kuran sesi işitilmez ise hepimizi çarpacaklar dedi, ve hemen Felak ve Nasr surelerine başladı. Hocalardan dışarı kaçabilen bir köşede okurken, Cübbeli Hoca en yüksek çatıda Allahu Ekber Kebira okuyor, Emin Hoca ise Felak ve Nasr surelerini okuyordu. Ortalığa sis çökmeye başladı. O an en korktuğumuz andı. Eğer sis çökerse cinler bizlere görünmeden hareket edebilirdi. En azından ben göremezdim. Tam o korku ile kafamı kaldırıp bakmışken, Emin Hoca iki elini kulaklarının arkasına götürüp Allahu Ekber diye en gür sesi ile bağırdı. Hayatımda böyle bir bağırışı, böyle bir gür sesi ilk defa duymuştum. Kulakları yırtan o ses sanki Emin Hoca’nın son anına kadar sakladığı bir şeydi. Hocanın ağzından çıkan nefesi tüm sisi dağıttı. Taş yağmuru durdu. Hoca bir adım ileri atıp bir Allahu Ekber daha çekti. Sis kalktığında tam hocanın 100 belki 150 metre ötesinde hayatımda bir daha görmemek için günde saatlerce dua ettiğim varlıklar vardı, hem de binlercesi. Hoca her Allahu Ekber dediğinde elleri ile yüzlerini kapatıyorlardı. Kaskatı kesildim. Ayakları toynak şeklinde, bedenleri çıplak tüylü, kemiklerinin bazıları dışarıda, kalbur, elleri diz kapaklarına kadar uzun, boyunları şekilsiz ve uzun, kafaları koç kafası gibi 4 boynuzlu, göz çukurlarının içi boş uzun, kulakları kuzu kulağına benzeyen, saçları olmayan, ucubelerin en çirkini varlıkları gördüm. Hatırlamamak için uzun zamandır gördüğüm tedavi dolayısı ile şimdi daha detaylara girmek istemiyorum.

Hoca Allahu Ekber çekerek üzerlerine yürümeye başladı. Hoca 7. adımı atınca durdu, Farsça bir şeyler söylemeye başladıktan sonra yerden eline aldığı ucu sivri bir kaya parçası ile bileğini kesip kanını akıtarak köyün etrafında hızlıca dolaştı. Resmen ifrit cinlerin topluluğuna karşı tehdit edercesine konuşuyor bizleri korumaya çalışıyordu. Cinler o yere dökülen kana yaklaşamadılar bile. Bir süre sonra aralarından birinin yanaştığını gördük. Emin hoca öne çıkınca ifrit cin uzaktan bir şeyler söyledi. Sonra kabilesine döndüğünde hepsinin uzaklaştığını gördük. Cüppeli hocanın yanına gittim. Davut ortalıkta yoktu, al karısının oğlu ve Cübbeli Hoca Davut’un, taş atanların olduğu yöne doğru koştuğunu söylediler, Davut’u aramaya çıkamadık. Çünkü kan ile çizilen yeri sabah ezanından önce geçemezdik. O arada öteki hoca camiden, beni ilk önce evine davet eden hocanın cansız bedenini çıkarıyordu… Hoca kafasına aldığı bir darbe ile yere yığılmış, diğer taşlar vücudunu paramparça etmişti. Bizi parçalayan asıl görüntü ise kocanın bedenini Kuran’a siper etmiş olmasıydı. Saatlerce ağladım. Cübbeli Hoca sabah ezanına kadar, ölen hocanın bedenini yıkadı ve gömdük. Sabah ezanından hemen sonra Davut’u aramak için ilerledik. Cinler Davut’u katletmişlerdi, ama o kısmı anlatamayacağım. Cesaret bulduğum bir zaman olursa o görüntüyü size anlatacağım.

Bölüm 10

Cübbeli Hoca’nın dediği gibi iki ölü çıktı o geceden, Davut ve beni ilk kollayan hoca. Bu görüntüden sonra kendimi sorguladım, eğer ölen ben olsaydım belki onlar yaşıyor olurdu. Emin Hoca’ya gidip ağlayarak düşüncelerimi anlattım. İntihar edersem olayların bitip bitmeyeceğini sordum. Hoca dün gece cinlerden birinin yaklaşıp hocaya kan borcunuzu ödediniz, yarın diyet için geleceğiz dediğini söyledi. Cinler can almaya değil mal almaya gelecekler, bu köyü onlara bırakacağız, yağmalayıp gidecekler dedi. Bunun ne demek olduğunu sorunca, Cübbeli Hoca, askeriye alanına geri dönebilirsin. Senle işleri kalmadı. Mallarını alıp gidecekler dedi. İfritler kan borcunu aldıktan sonra diyet için gelirler, almazlarsa ya da vermezsen çalarlar dedi. O an hocaya, diyet söz konusu değilse, bir ifrit cinin hırsızlık yapıp yapmayacağını sorduğumda, verdiği cevap hayır oldu. O an çok büyük bir boşluğa düşmüştüm. Çünkü ifrit cin askeriye ye diyet borcunu almak için geliyordu. Daha sonradan öğrendiğime göre, ifrit cinler içeri taş yağdırırken uyandırmaya çalıştığım nöbet tutan asker, aslında uyumuyormuş. O askerin sebebini bilmediğim bir nedenden dolayı ifrit bir cin ile husumeti olmuş ve hayatta kalan hoca ona yardım edip ifrit cinle 5000 koyuna anlaşmış. Zaten yazımda söylediğim 5000 koyun ile anlaşma olayı, nöbette uyuyor numarası yapan askere aitmiş. Bu askerin, askeriyeye son saldırıda hayatını kaybeden hocayı öneren asker olduğunu sonradan anladım. Bu asker, 5000 koyunu ödeyemeyince ifritler askeriyeye dadanmış. Bu zaten olayı bildiği için ve olaya müdahale edip başına bela almamak için o gece uyuyor numarası yapmış.

Olaylardan sonra, yemekhanede ortaya çıkan yazıları, ilk o görmüştü ve ben bunu okuyamam diyip hocayı çağırmıştı. Ben gece yüzünü göremediğim için, o an o askeri teşhis edememiştim. Aslında her şeyin farkındaymış ama olaya bulaşmamak için bilmiyor numarası yapıp, ifritlerin hırsızlığına göz yumuyormuş. Cübbeli Hoca’nın zaten erenlerden olduğunu herkes anlamıştır, söylememe gerek yok. Emin Hoca geldiği yönde geri gitti. Gitmeden önce helallik aldık verdik, namaz kıldık. Cübbeli Hoca beni burada bırakın diyerek, bizi gönderdi. Sırbistan’da evine sığındığımız hoca, ben ve al karısının oğlu Kosova sınırından geçtik ve askeriyeye geldik. Komutan zaten beni görünce şeytan görmüşe dönmüştü. O gün aynaya ilk kez baktığımda kendimi tanıyamadım. Hâlâ tanıyamıyorum. Hoca olanları komutana anlattıktan sonra al karısının oğlu ile askeriyeden çıktı. Ben olanları komutana anlatıp, nöbetçi asker durumundan bahsettim. Nöbetçi askerin ben askeriyeyi terk ettikten sonra, gece nöbet yerinde bilinmeyen bir yangından dolayı yanarak öldüğünü söylediler. Cesedi Türkiye’ye gönderilmek üzere temizlenirken nasıl olduğu hala bilinmeyen bir şekilde kaybedilmiş, ya da benim inandığım şekilde çalınmış. Ben nöbetçi askerin olayını daha sonra araştırdıkça buldum. Yaklaşık 1 buçuk senemi aldı her şeyin onun yüzünden başladığını öğrenmek. Komutanın ayarladığı gibi bir iki gün sonra uçak ile Türkiye’ye döndüm. Kosova yada Sırbistan’dan kimseyle bağlantım kalmadı. Kimseyle görüşmedim. Görüşmekte hatırlamakta istemiyorum. Yapılan muayeneler sonunda erken tezkere verdiler zaten. İlk 9 ay uyku problemleri çektim, ailem perişan oldu. Hiçbir işte çalışamıyorum. Psikolojik destek görsem de nafile, yaşayamayan bilemez. Bilmeyen yardımcı olamaz. Sonuçta döndüğümden beri, hiçbir normal dışı aktivite yaşamadım. Sanki o ara başka bir boyutta yaşamışım da geri dönmüşüm gibi. Hayat çok garip, insanlar etrafında, dünyada neler olduğundan bir haber yaşıyor…

1 thought on “Kosovada Yaşanan Askerlik Anısı

  1. Çok güzel ya. Allah kimseye göatermesin çok zordur ama bende bir tane müslümam cinle görşüp konuşmak isterdim ya
    benimde insan değil müslüman cin ile arkadaşlığım olsa keşke. Tabi hayat arkadaşımında olmasını isterim ama müslüman cin arkadaşımda olmasını isterim ya ne güzel bişeydir tek iyilik yapıyorsun iyilik yapmaktan başka ne güzel ki?

Comments are closed.